Piyasacılığa kurban edilen kamuculuk

Özel sektörün, kamu ajanlarını da yanına alarak, topluma dayattığı özelleştirme politikası, “ilk birikim” olarak, kamusal birikime değerinin altında el koymak da dâhil, üretim ve paylaşım tercihlerinin kamudan özel sermayeye geçmesini ifade eder. Bu tercihin sebebi, yaratılan katma değeri piyasaya taşımak ve katma değer içinden yüksek oranda artık değer payı almaktır.

Yeni Ülke Dergisinin 5 Kasım Pazar günü tertiplemiş olduğu, “100. Yılda Cumhuriyet Sempozyumu” başlıklı toplantıda, bana “Kamuculuk: Piyasaya Kurban Edilen Kamuculuk” konulu konuşma görevi verilmişti Bugünkü yazıda, konuşmamın kısa bir özetini değerli okuyuculara sunuyorum.

Çağımızın başat sistemi kapitalizm iki temel piyasa dinamiğine dayanır. Birinci piyasa dinamiği, artık değer üzerinden sermayeler arası mücadelenin, katma değer üzerinden ise emek-sermaye mücadelesinin yaşandığı faktör piyasasıdır. Bu piyasada sermayeler arası çatışma ve emek sömürüsü yaşanır. İkinci piyasa dinamiği ise, ürünlere olan talebin belirlendiği ve para ile mübadele edildiği ürün piyasasıdır. Ürün piyasasında tüketicilerin komutları satın alma güçleriyle belirlenir, bireylerin satın alma güçleri ise faktör piyasasında oluşan faktör paylarına göre belirlenir. Şu hale göre, faktör piyasası ile ürün piyasası arasında, nesiller arası miras ya da bağış ilişkisi dışında, birincisinin başatlığında fonksiyonel ilişki olduğu anlaşılır. Böylesi organik yapılanmada, tüm sistem yaratılan katma değerin faktörler arasındaki bölüşümüne, diğer bir deyişle katma değer içinde emeğin payı olan ücret ile sermayenin payı olan kâr ya da artık değer oranlarına göre çalışır. Bundan dolayıdır ki: (1) üretimin şekillenmesi, genel anlatımla tüketici tercihlerine göre belirlenirken, arka planda ağırlıklı olarak katma değerin faktör piyasasında aldığı şekil temel belirleyici rolündedir; (2) kooperatif sistem kapitalizmde tutunamaz; (3) kamusal üretim dışlanarak, özelleştirme ve özel üretim dayatılır, (4) Ortak kullanım alanları anlamındaki “müşterekler” korunamaz ve uzun dönemde piyasa hâkimiyetine alınır. Özetlemek gerekirse; kapitalist mantık, tam kamu malı niteliğindeki uç haller dışında, tüm üretimin piyasa koşullarında özel kesimde gerçekleştirilmesine ve potansiyel katma değerin özel kesimde üretilip, emek sömürüsü artığının sermaye tarafından elde edilmesini amirdir. Diğer bir deyişle, sermayenin tam gelişmemiş hallerinin yansıdığı tarihsel süreçte yaşanan büyük devlet ya da sosyal devlet benzeri oluşumların modifiye kapitalizm olarak görülüp, saf kapitalizmi yansıtmadığı kabul edilmelidir. Zira saf kapitalizmde sistem dinamiği daima ve her hal ve koşulda sermaye birikimi doğrultusunda tetiklenir; bu amaçla tüm üretim piyasa sürecine çekilirken, katma değerin büyük bölümü de sermaye hanesine artık değer olarak yazılır. Bu çerçevede kamuculuk ile piyasacılık arasındaki çatışma; birinci aşamada üretim sürecini kullanım değeri aleyhine değişim değeri kuralına yönelterek katma değer oluşumu sağlama mücadelesi etrafında, ikinci aşamada ise ücreti ve tüketiciyi baskılayarak artık değer payını yükseltme çabası etrafında şekillenir. Başka bir ifadeyle, kapitalizm piyasada işlem görmeyen tüm süreçleri piyasaya sürükleyerek, artık değer oluşturmaya zorlar.

Kapitalist sistemin böylesi şekillenen anatomik şemasının mekanik uygulanışı, teorik olarak, kamusal üretim değil, özel üretim sistemidir. Özel üretim sisteminde, istisnalar dışında, kamulaştırılmış devlet hizmetlerinin üretimi devlet marifetiyle emanet ya da ihale sistemi ile gerçekleştirilir. Bu uygulama, “kamusal üretim-kamusal finansman” şeklinde olabileceği gibi, “özel üretim-kamusal finansman” şeklinde de olabilir. Birinci durumda topluma bedava sunulan hizmet kararı ve finansmanı kamu kesimi tarafından yapılır. İkinci durumda, yani özel üretim-kamusal finansman sisteminde ise, hizmet kararı ve fiyatlaması kamu kesimi tarafından yapıldığı halde, finansman kamu kesimi tarafından gerçekleştirilir. Özel üretim-kamusal finansman sisteminde özel sermayeye de bir miktar aktarım yapılmış olmakla beraber, hizmet maliyeti sosyalleştirilerek hizmetten yararlanan bireye yansıtılmamış olur. İkinci durumda biraz farklı olmakla beraber, her iki durumda da, gerek üretim kararı açısından, gerek hizmetten yararlanma ölçütü bakımında tüketici korunmuş olmakla beraber, kamu malı üretiminde dahi özel sermaye kamu alanına girerek kaynak aşırma refleksini göstermektedir.

Söz konusu hizmetlerin özelleştirilmesi koşulunda ise, kamusal arz koşulunun aksine, hem faktör piyasası, hem de ürün piyasası sermaye lehine çalışacağından, bir yandan üretim maliyeti ve satış fiyatı yükselir, diğer yandan da hizmetten yararlanan tüketiciler de yüksek maliyet ve fiyatla karşı karşıya kalmış olur. Bu durumda, gelir dağılım açılarından sermaye başat olarak, son aşamada tercihlerin belirlenmesi de sermaye davranışı ile belirlenir. Zaten, özelleştirme talebinin böylesine bastırılması ne verimlilik ne de devletin kayırmacılığı ya da sair usulsüzlükleri ile açıklanabilir. Zaten, kamu ve özel kesimlerde verimlilik farklı ölçütlerle saptanır. Kamu kesiminde verimlik girdi karşısında elde edilen çıktı şeklinde maddi üretimle ölçülürken, özel kesimde verimlilik kârın sermayeye oranı olarak ölçülür ki, bu ölçüm sistemi Marksist sömürü oranına da aykırıdır.

Özel sektörün, kamu ajanlarını da yanına alarak, topluma dayattığı özelleştirme politikası, “ilk birikim” olarak, kamusal birikime değerinin altında el koymak da dâhil, üretim ve paylaşım tercihlerinin kamudan özel sermayeye geçmesini ifade eder. Bu tercihin sebebi, yaratılan katma değeri piyasaya taşımak ve katma değer içinden yüksek oranda artık değer payı almaktır. Bu işlemler çerçevesinde piyasacılığın sonuçları şu yönde gerçekleşir: (1) katma değerin yükseltilmesi amacıyla ürün fiyatının yükseltilmesi, dolayısıyla tüketicinin sömürülmesi; (2) artık değerin yükseltilmesi amacıyla da emeğin sömürülmesi. Piyasacılığın “kamu kesimi-özel kesim” ilişkisi bağlamındaki sonuçları ise, özel kesimde başat sermaye gücünün kamusal erkin önüne geçerek, harcama, vergi ve yönetsel kararların halkın ve toplumsal çıkarların aleyhine, buna karşın sermayenin ağırlığı nedeniyle sermayenin lehine oluşmasıdır. Bu durum, tüketim mallarında olduğu gibi, sağlık ve eğitim gibi yarı kamusal hizmetlerden toplumun yararlanması konusunda da geçerlidir.

Kamusalcılık konusu tartışılırken, konunun etkinliği bağlamında kamusal-siyasi erkin de tartışılması, diğer bir deyişle devlet aygıtının teşekkülü ve işleyişi de dikkate alınmalıdır. Kamu mülkiyetindeki KİT ve benzeri kuruluşlarda emek sömürüsü yanında söz konusu kuruluşların özel kesim üretim ünitelerine sattığı ürünlere bakanlar kurulu kararı ile düşük fiyat uygulaması da devlet aracılığı ile toplumun sırtından sermayeyi teşvik meselesi gündeme gelir. Bu konu, devlet-sermaye ilişkisi ya da Poulantzas yaklaşımı ile kapitalist devlet anlayışı ile ele alınabilir. Kapitalist sistemde bir ara rejim olarak kamusalcılığın halkın yararına olabilmesi, siyasi yönetim üzerinde sermaye ağırlığını hiç değilse dengeleyebilecek kamu ağırlığı ya da Habermas-vari kamusal alan sisteminin etkin olması koşuluna bağlıdır. Günümüzün yönetişim kavramı ile kamusal alanın örtüşmediği, hatta tam ters gelişme hattı üzerinde olduğu, demokrasi ve kamuculuk adına dikkatle izlenmesi ve reddedilmesi kamusal yarar adına gereklidir. Kamusalcılık karşısında piyasacılık, ülke ekonomisinin yaygın halk kararlarına rağmen güçlü uluslararası sermayenin de etki alanına girerek, ülke sanayiinin ve araştırmacıların teknoloji üretim kapasitelerini de olumsuz etkileyebilir.

Yukarıda kısaca belirtilen sebeplerle, kapitalist yapı ile uyumlu olmayan kamuculuk halkın çıkarı doğrultusunda her hal ve koşulda talep edilmelidir, hatta dayatılmalıdır. Ancak bu talep, uzun vadeli programın ya da talebin sistem değişikliği olduğu, yani asıl muradın kamuculuğu kapitalizme yedirmek olmayıp, kamuculuğu esas alan sisteme geçmek olduğu açıkça belirtilmelidir.