Siyasal algoritma hatası

İktisat Fakülteleri tedrisatı da aynen İlahiyat Fakülteleri tedrisatına benzer şekilde, felsefe ve tarihten yoksun salt alet düzeyinde yapıldığından, iktisatta da zaman içinde yaşananlar tarihsel süreçte nedensellik analizine tabi tutulmadan anlık ekonomizm şekilciliğine savrularak tarihten kopuk aletsel analizle ele alınmaya, hatta daha da ileri giderek gelecek öngörülmeye çalışılmaktadır.

Kanımca AKP iktidarının tasarladığı siyasal algoritma ikinci kez çöküş yolundadır. AKP’ye biçilen birinci algoritma Batı merkezlerinde biçildi ve Ortadoğu eş başkanlığı görevi ile siyasi lidere tevdi edildi. Bu görevle havalanıp, Osmanlılık sevdasına kapılan AKP, ikinci görevi olarak, emperyalizme hizmet sonucunda şimdilerde de eski Osmanlı diyarlarında para toplama işi ile meşgul olmaktadır. AKP’nin anlamakta zorluk çektiği, her iki projenin de Batı emperyalist merkezli oluşudur.

Ortadoğu eşbaşkanlığı bir devlet başkanına başka bir devlet tarafından gurur kırıcı bir nezaketsizlikle tevdi edilmiş vekil görevdi. Batı’nın amacı, İslâm dünyasına model olarak gösterdiği Türkiye’ye Ortadoğu’nun derdest edilmesi misyonunu yüklemek idi. Bu görev, maalesef, Ortadoğu’nun değil, Türkiye’nin dizaynında kullanılacaktı. Böylece, Ortadoğu esintisiyle sosyal, 2000 IMF-Derviş garantörlüğü altında Batı’dan akan sermaye esintisiyle de ekonomi ayakları üzerinde toplum gizliden gizliye şekillendirilmeye çalışıldı. Fakat tarihin akışı içinde biraz erken olmakla beraber, akıma doğru oturtulmuş olan Cumhuriyet reformları AKP süpürüşüne güçlü şekilde karşı koydu. Cumhuriyet kazanımlarının kazınmasına ayak direyen ordu, bürokrasi ve akademiye tarihsel ihanet, her ne kadar AKP’yi iktidara taşıma hizmetinden ülkeyi eksik etmemiş olan Fetullah ve yandaşları(!) tarafından yıpratılmış olsa da, son darbenin vurulması siyasi erke nasip olmuştur. Siyasi erk bir misyonla yükümlü ise, halkçı ve hukuka saygılı bürokrasi ve yargı sistemini korumaz, halkçı bir orduyu barındırmaz.

Siyasi kadro 2000 IMF programını ve bu sayede ülkeye akan bol kaynakları da ülke yararına değil, merkez emperyalizme yararlı şekilde kullanmaya kalktı. Bol kaynakların geri dönüşümlü yatırım alanlarından çok, uzun vadeli alt-yapı ve kör inşaat alanlarına tahsisi kısa yoldan siyasetin sermaye tabanı ya da yandaş yaratma hevesine yönelik yorumlanmalıdır. Bugün Türkiye buralara bu proje ile gelmiştir. Aslında her olayın olumlu ve olumsuz yanları olduğu gibi, bu projenin de AKP hedefleri açısından olumsuz, ülke açısından ise olumlu şöyle bir yanı olduğu sezilmektedir. BOP kılıfı altında Osmanlı’yı canlandırma hevesi, ekonomik çöküşle içine düşülen çukurdan çıkabilmek için BAE ve bazı güney komşulara yapılan “hürmet sunma” ziyaretleri ile kursaklarda kalmıştır. Osmanlı’dan kısmen nefret duyguları ile ayrılmış olan bir topluma aynı anlayışla yaklaşım yapmanın akılla açıklanır bir tarafının olmadığı ortada idi. Bu oyunu AKP mi oynadı, yoksa AKP’ye ders olur babında Batı mı oynattı, bilinmez! Bence düğüm buradadır. Eğer düğüm burada ise, AKP’nin BOP eşbaşkanlığını ve ordu, adalet, bürokrasi ve akademi üzerindeki oyunları da yeniden gözden geçirmeliyiz.

İktisat Fakülteleri tedrisatı da aynen İlahiyat Fakülteleri tedrisatına benzer şekilde, felsefe ve tarihten yoksun salt alet düzeyinde yapıldığından, iktisatta da zaman içinde yaşananlar tarihsel süreçte nedensellik analizine tabi tutulmadan anlık ekonomizm şekilciliğine savrularak tarihten kopuk aletsel analizle ele alınmaya, hatta daha da ileri giderek gelecek öngörülmeye çalışılmaktadır. Bakan Nebati gitti, Bakan Şimşek geldi vs., peki niye bunlar oldu?.. Salt bu görüntülerle, geçmiş oluşumun sebepleri ve neleri etkilediği bilinmeden ne süreç doğru teşhis edilebilir, ne de doğru bir tedavi yoluna girilebilir. Peki, ben bunları burada yazarken bir tek ben mi bu konuda böyle düşünüyorum. Tabii ki, hayır! Çünkü böyle düşünmek ne bir zekâ işidir ne de büyük araştırmaları gerektirmektedir. O halde, neden fakültelerde iktisat felsefesi okutulmadan, salt aletler üzerinde durulmaktadır? Sebep şudur: iktisat felsefesi aletlerin sistemsel varsayımsal bağlantı ve köklerini işaret eder. Örneğin piyasa ya da fiyat dediğimizde, bu kavramların tarihsel kökleri nereye dayanmakta, arka planda ne tür varsayımlar yatmaktadır gibi sorunlarla haşır-neşir oluruz ve hiç fark etmeden kapitalist ideolojinin sınırlarını zorlar, belki de aşabiliriz. İşte tehlike budur! Onun için, sınırlar içinde kalarak, bize verilen aletlerin perde arkasını sorgulamadan, olduğu gibi kabul edip, uygulamalıyız. Pedagojik emir budur!

Şimdi gelelim son süreçlere. Olağan bir siyasi parti özelliğinden çok, bazı misyonlarla iktidara gelmiş/taşınmış olan cemaat/kabile özelliğindeki siyasal yapı, tüm dinci-gerici muhafazakâr dokusuyla küreselleşen çokuluslu sermayenin hizmetine koşulmuştur. AKP ile Batı’nın bilek güreşinde BOP eş başkanlığının AKP’nin işine yaradığı düşünülebilir, zira ekonomik iktidar aynı zamanda bölgesel siyasi iktidara da başat olabilir görüşü geliştirilmiştir. O kadar ki, AKP ideolojisine de uygun olduğu kadar, emperyalizmin de amacı olan, ülkede parlamenter sisteme son verilmesi ya da zayıflatılması, akademi, hukuk ve medyanın baskı altına alınması, sermaye kesimi(!), bürokrasi ve silahlı kuvvetlerin irade zafiyetine uğratılması gündeme gelmiştir. Maalesef ancak bir sömürge devletinde görülebilecek uygulamalardan, yabancı şirketlerin ormanlarımızı ya da madenlerimizi talan ederken vergilerimizle kurup beslediğimiz güvenlik güçlerinin, yerine göre ordu mensuplarının sömürücü şirketlerin yanında, kendi halkı aleyhinde göreve sürülebilmesi siyasetin kimin/neyin erki olduğunun delilidir. Bu görüntüler sırtını halka, yüzünü emperyalizme dönmüş bir siyasi yönetimin resmidir.

Ve gelelim faiz-fiyat siyasetine; bu politika bir cehalet komedisi değil, dayatılan gerçek bir siyaset idi. Hiçbir devletin, yönetsel kurum ve kurallarıyla, ne denli bağımsızlıktan uzak ve bir merkeze bağlı olsa da, belirli güçlü çıkar merkezinin başat dayatması olmadıkça bu denli görüntüsel cehalet sergileyemez. Bu durum öylesi bir görüntüdür ki, her ne ya da kim idi ise o güç, siyasi erke son faiz oyununu oynatırken(!), siyasi otoritenin ve o otoriteyi oylarıyla iktidara taşımış ve orada kaim kılmış halkımızın da aklı ile alay etmiş oldu!

Bu konuyu deşmek için, faiz inadı ve onun sonucu gibi gözüken döviz yükselişi, zincirleme etkisiyle oluşan denetlenemez fiyat artışları, maaş ve genelde yaşanan gelir erimeleri yanında, KDV artışı, memur maaş zamlarının yetersizliği gibi araçsal konulara takılmadan, tümünü bir çuvala koyup, çuvala bir etiket koyarak siyasetin ana amacını netleştirebiliriz. Torbaya yapıştıracağımız etiket ‘ülkenin değersizleştirilmesi’ olacaktır. Evet, ülke dışına olduğu kadar, ülke içinde de müthiş servet transferleri yapılarak bazı küçük kesimler, halkın yoksullaşması pahasına beslenmiştir. Faiz baskılanıp döviz yükselirken acaba hangi döviz zenginleri servetine servet katmıştır! Ülkede anormal maliyetlerle iş yapmış olan ve yapan çok uluslu sermaye kurumlarının kârları halkın fedakârlığı karşılığında astronomik değerlere yükselmemiş midir? Değerli kamu kuruluşları zaten çoktan pula dönüştürülmüş, fakat özel sektör bünyesindeki değerli sanayi tesislerimiz de kapital değerleri erimiş olduğundan/olacağından yabancılara devredilmiş olabilir. Sermayenin vatanı yoktur, ama sermayenin sömürü yolu ile birikiminin hangi ülke sınırları içinde mülkiyet oluşturduğu önemlidir. Bunların da ötesinde İstanbul ve Boğazlar sadece yerel yönetim olarak AKP’nin ağzını sulandırmıyor, aynı zamanda yabancıların rezidans ya da işletme yönetim merkezleri olarak da ilgisini çekiyordur.

Meseleyi biraz da liberalizmin karşıtı neoliberalizm açısından ele alalım. Ve bu noktada 2000 IMF-Derviş programını hatırlayalım. Ha-Joon Chang’ın, gelişmekte olan ekonomilerin kendi gelişme dönemlerinde uygulamadıkları politikaları günümüz gelişme aşamasındaki ülkelere dayattıkları, telkinini dahi sollayarak kendimizi neo-liberalizmin kucağına atmadık mı? Peki, neoliberalizm, küresel çöküşe çare olarak ekonomik araçlarla çevrenin sömürülmesini hedeflemiyor mu idi! Bütçeden bir kuruş dahi çıkmadan bu kadar alt-yapı Türkiye aşkına mı yapıldı, acaba! Bunların ağır faturası bir şekilde ülkenin önüne koyulmayacak mı idi! Şimdi bu kırıntıları birleştirelim ve içine bir sürü araçsal malzeme attığımız çuvalın asıl hedefini saptayalım. Siyasilerin gururla sözünü ettiği ulusal gelir yükselirken halkımızın bir kısmı fakirleşti ise, ülke içinde birileri zenginleşti demektir. Yine ulusal gelir yükselirken cari açık büyüyor ise, yabancı tasarrufları, ileride faizi ile ödemek şartıyla, borç olarak kullanıyoruz demektir. Bu iki alanı bir arada ele alırsak, halkımız nesiller boyu kanı ve canı ile hem yabancılara kaynak aktarıyor hem de içeride varsıl kesime eriyor demektir. Bir zamanlar eş başkanı olduğu bölgede şimdilerde para aramaya çıkan AKP ajanları, acaba emperyalizmin büyük oyununu şimdilerde olsun anlayabildi mi, ona oy veren halkımız anlayabildi mi?

Bu yazıyı şu iki konuyu öne çıkarmak için oluşturdum. Birincisi, zincirlerinden arındırılmış olan hırçın kapitalist dünyada gelişmekte olan ekonomiler için kapitalist siyaset modelinin sonu mutluluk olamaz. Bu durum sol için tarihsel fırsattır. İkincisi, bu koşullarda siyasi kadroların basit siyasi hile veya ayak oyunlarını, yalan ve dolanı becermeyi marifet sayan dar kafalı bireylerden değil, tarih ve felsefe bilgi ve ufukla donatılmış geniş düşünceli kişilerden oluşturulması gerekir. Doğal olarak, iktisat fakültelerimizin de salt araçsal analizlerle yetinmeyip, müfredatın geniş çapta iktisat tarihi ve felsefe ile güçlendirilmesi kaçınılmazdır.