Sürdürülebilir istikrarsızlık, sürdürülebilir sömürü

"Türkiye için sürdürülebilir istikrar/sızlık, emperyalistler için ise sürdürülebilir sömürü ilişkisi! Tüm raporların ortak özellikleri ekonominin alt-yapı üretim ve bölüşüm ilişkileri ile değil, reel ekonominin semptomatik görüntüleri ile ilgileniyor olmasıdır."

Geçen haftalarda yayınlanan Orta Vadeli Program (OVP), daha önce yayınlanmış olan IMF Türkiye Raporu ve bu arada Fitch gibi değerleme kuruluşlarının Türkiye’yi derecelendirme raporlarını üst üste koyduğumuzda ilginç bir tablo ile karşılaşıyoruz: Türkiye için sürdürülebilir istikrar/sızlık, emperyalistler için ise sürdürülebilir sömürü ilişkisi! Tüm raporların ortak özellikleri ekonominin alt-yapı üretim ve bölüşüm ilişkileri ile değil, reel ekonominin semptomatik görüntüleri ile ilgileniyor olmasıdır. Neo liberal dönemin finansal araçlarının bu denli başat olduğu, adeta artık değer maksimizasyonunun finansal maksimizasyonuna dönüştürüldüğü günümüz koşullarında reel ekonomi analizlerin dışında tutularak, salt finansal görüntülerin üzerinde yoğunlaşılması, Türkiye gibi kalkınmakta olan ülke iktisatçılarını amaçtan bağımsız ülke hedeflerinin dışına itmektedir.

Kalkınmakta olan ekonomilerin birinci sorunu üretim ve gelir dağılımıdır. Söz konusu reel konuların çözümünde de ulusal hedeflerin korunması adına kamu kesiminin başat olması kaçınılmazdır. Bundan dolayıdır ki, 1961 Anayasası çerçevesinde reel esaslı ulusal planlama yoluna gidilmiştir. O dönemlerin görece korumalı ekonomisinde bu model geçerli idi. Ancak, günümüzün küreselleşme ve denetimsiz dış dünyaya açılarak dünya piyasalarının savurmalarına yelken açan bir ekonomide planlama politikasının başarılı olma şansı çok düşüktür. Nitekim geçtiğimiz yıllarda çok değerli bazı hocalarımız tarafından yeni bir planlama hamlesi başlatılmış ve bazı önemli çalışmalar yapılmış olmakla beraber, tüm çabalara rağmen topyekûn ekonomiye hâkimiyet kurulamamıştır.

Planlamanın uygulanamamasının sebebi teorik olarak planlama tekniği veya uygulaması ile ilgili olmayıp, piyasa hâkimiyetinin bariz şekilde öne çıkarıldığı neoliberal akımla ilgilidir. Ünlü İngiliz filozof ve politikacı Michael Oakeshott’un tanımlamasıyla neoliberal çağın önemli aracı olan nomokrasi politikasının başat olduğu koşulda parasal hedefler de dahil, reel alanlar kesinlikle planlanamaz ve denetlenemez. Çağımızın koşulunda finansal makro göstergeler öne çıkmaktadır. Oakeshott’un görüşü emek-değer teorisinin başat olduğu politik iktisat alanında değil, piyasa ve sübjektif değerleme koşulunun başat olduğu teori ve uygulama alanında geçerlidir. Ekonomi ve politika alanında kitaplara girmiş olan her teorik görüşün dönemin alt-yapı üretim-ilişkilerinin formatlanmış görüntüsü olduğu varsayımıyla Oakeshott görüşünün de neoliberalizm ve onun arkasındaki krizden çıkış yolu arayan kapitalizmin görüşünü yansıttığı savlanabilir. Nitekim Oakeshott’un görüşü, Hayek’in 1973 tarihli Law, Legislation and Liberty: The Mirage of Social Justice adlı eserinde ekonomi alanına taşınmıştır. Hal böyle olunca, tüm ekonomilerde ve son kertede ‘gelişen piyasalar’ kategorisine aktarılmış kalkınmakta olan ekonomilerde de piyasa hâkimiyeti ulusal planlama anlayışına başat olmuş durumdadır. Kamu kesiminin elinden kamu kuruluşlarının alınmasının mantığında da piyasa işleyişini kamusal müdahaleden masun kılmaktır.

O halde, mesajı net olarak algılamak durumundayız; emperyalizmin hedefinde olan tüm ulusal ekonomilerin finansal göstergeler bağlamında o şekilde ayarlanması gerekiyor ki, aşırı akışkanlık kazanmış olan finansallaştırılmış artı değer birikimi üzerinde sörf yaparak gelir maksimizasyonu sağlanabilsin. Meseleyi bu platformda ele alınca, üretim ilişkilerinde emek maliyeti daha bir önem kazanmaktadır. Günümüzün küreselleşen finansal piyasalarında sermaye çekebilmek için emeğin geçmişteki klasik sömürü düzeninden daha güçlü baskılanması kaçınılmaz olmaktadır. Bu sürece bir de görece geri emek verimliliğini ilave edersek, tünelin ucunda umutvar bir ışık görmenin olanaklı olmadığı anlaşılır. Bu nedenledir ki, küresel sermayeyi heyecanlandıracak finansal göstergelerin oluşmasına yönelik alt-yapı düzenlemeleri olağanüstü baskıcı olmak zorundadır. Bu olumsuz duruma bir de aşırı borç stoku ve önlenemeyen cari açık eklendiğinde işin ucu rahatlıkla görülemez bir hal almaktadır.

Bu yolun çıkmaz görülmesi bizi iki alana savurmaktadır. Bunlardan birincisi toplum devamlı baskı altında tutulup ekonomiye serseri para çekilmesidir. Bunun anlamı, ekonomiye hiçbir katkı yapmayan, ancak geçici süre için dış taahhütlerin finansmanını sağlamada kullanılabilen, vade sonunda da önemli faiz yükü ile ekonomi dışına çıkan kaynağa yönelmektir. Bu yöntemin birinci sakıncası, AKP iktidarının ilk dönemlerinde görüldüğü üzere, ekonomiyi yatırım alanında değil, tüketim alanında balonlaştırarak yapay gelir artışlarına yol açmasıdır. İkinci sorun ise, dış kaynağa ekonominin reel verimliliğinin üzerinde faiz ödenmesi durumunda ülkenin borç stokunun yükselerek, borç sarmalı oluşumudur ki, netice 1958 moratoryum benzeri iflastır. Nitekim bu yol kullanılmıştır ve ekonomi giderek çok daha büyük sıkıntılara girmiştir.

İkinci çözüm olarak da, bugünlerde pek benimsenen, gerek iktidar gerek muhalefetin dillerinden düşürmedikleri reel dış yatırımlardır. Ancak bu da ekonomiye kalıcı çözüm sağlayamaz. Reel dış yatırımlar ülkeye kalıcı teknoloji getirmede istekli olamayacağı gibi, kâr transferleri de cari dengeyi olumsuz etkileyerek, ekonomiye sağladıkları ihracat gelirlerinin erimesine neden olur. Çin gibi, kâr transferinin önlenmesi veya tahdidi yanında, teknoloji transfer koşulu uygulanabilirse reel dış yatırımlara olumlu bakılabilir. Ancak bu tür dayatmalar ülkenin yatırımcıya sunabileceği avantajlar kadar ülkenin kaynak gereksinim derecesi ve politik gücüne de bağlıdır.

Kısacası, günümüzün küresel kapitalist/neoliberal ortamında kalkınmakta olan bir ekonominin dış kaynağın dayattığı orta vadeli finansal göstergeler programından çok, üretim ve bölüşümü hakça belirleyecek ve yoluna koyacak kapsamlı bir ulusal planlamaya gereksinimi vardır. Türkiye’nin geçmişi bu konuda çok önemli iki kaynakla zengindir. Bunlardan biri Türkiye İşçi Partisi’nin yapmış olduğu Demokratikleşme için Plan; 1978-1982, diğeri ise 1961 Anayasası ile uygulamaya koyulmuş olan Planlama Programlama ve Bütçeleme Sistemidir (PPBS). Her iki sistem de maalesef akim kalmıştır. Ne var ki, bugünkü kalkınma çabalarımızda parıltılı modelleri ve süslü tablolarıyla sömürücü elini uzatan merkezlere muhtaç olmadan gücümüzü ve kaynaklarımızı aktive ederek harekete geçme zamanıdır. Sanayi yapımızı teknolojiye yönlendirerek katma değeri ve artık değeri artırma amacı gütmeliyiz. Emperyalistlerin bizlere dayattıkları sürdürülebilir istikrarsızlık gömleğinin yırtılıp, kendilerine uygun gördükleri sürdürülebilir sömürü şöleninin sonlandırılması için sol cephenin bir araya gelip ülke için bir şeyler yapma zamanıdır.