1 Nisan'dan sonrasına hazır mıyız?

Bu potansiyeli ortaya çıkarmanın tek yolu yeni damarlara ulaşmaktan geçiyor. Sözünü ettiğimiz yeni damarlar Türkiye'de bir hayli yaygın ve mevcuttur. Yeter ki solun laiklik, bağımsızlık ve emeğin iktidarı konularını ayrı bir bağımsız hat içerisinde değerlendirmesi mümkün olsun. Çünkü laiklik de, bağımsızlık da, emeğin iktidarı da bugünkü sandık-siyaset ikiliğinin çok ötesindedir. 

Pazar günü gerçekleşen seçimlerle birlikte Türkiye’yi saran uzun seçimler maratonunun bir süreliğine sonuna geldik. 10 ay içerisinde bir genel, bir yerel seçim maratonundan çıkan siyaset, sonuçları itibariyle önümüzdeki birkaç yılın hangi dinamikler etrafında geçeceğine ilişkin geniş bir veri sunuyor. Seçimlerin sonuçlarıyla ilgili her türlü yazılı ve görsel mecrada “geniş” kapsamlı değerlendirmeler yapıldığı için, bu değerlendirmelere bir yenisini eklemeyi düşünmüyoruz.

Genel olarak kabul edilen kriz ve seçim sonuçları arasındaki kurulan bağın doğru bir yaklaşım olduğu açık. Ancak bundan daha fazlasına ihtiyacımız var. Çünkü ortaya çıkan tablodan hangi siyasi dinamiklere olanak tanıdığının yanıtını aramak daha değerli hale gelmiştir ve bu soruyla pek az kişi derinlemesine ilgilenmektedir. Dahası şu soruya herkes yanıt vermekten kaçınmaktadır: 1 Nisan’dan sonrasına hazır mıyız?

Bugün iktidardan muhalefete kadar tüm siyasi aktörler için 1 Nisan’dan sonra ortaya çıkan tabloya kimse tam olarak hazırlıklı değildir. Abartılı değişim beklentileri içinde olanlarla, “biz dersimizi aldık” diyenlerin ortak noktası, aslında hangi siyasi dinamiklerle karşı karşıya olduklarının bilincinde olmamalarıdır. Esasen temel sorun “genel seçimler” ile yerel seçimlerin birbirinden ayrı olarak gören anlayıştır. On aylık süre içerisinde biri genel seçim, diğeri yerel seçim olarak karşımıza çıkan süreç, aslında birbirinin tamamlayıcısıdır.

Genel seçimlerde “rejimin” yerleşme süreci tamamlanarak sivri uçları törpülenmeye girmiştir. Ekonomik krizin yarattığı siyasi dinamiklere karşı sermaye iktidarı, AKP, apaçık bir “düzenleme” politikasına girişmiştir. Bunun anlamı, seçimler öncesinde gözlemlediğimiz ama etkisini daha hafif şekilde gördüğümüz “emeğe saldırı programının” tam boy bir şekilde uygulama konulmasıdır. Sermayeye ve emperyalist kurumlara verilen güven ile siyasi iktidar kendine “kredi” sağlamayı hedeflemiştir. Genel seçimler, bu ortamı sağlayacak rejimin yerleşme noktasıdır. Bu anlamda rejimin kendine yarattığı “kırmızı çizgiler” ile geri dönüşsüz olduğu mesajı seçimlerde verilmiştir.

Yerel seçimler ise bu sürecin ikinci raundu olarak görülmelidir. Bu nedenle “gecikmiş” denilene tepki kendini dolaysız olarak göstermiştir. Yerel seçimler bir anlamda rejimin “istenmeyen denge unsuru” olarak çıkmıştır. Kırmızı çizgilere dokunulmadığı sürece, mevcut rejimden geriye dönüşü temsil eden bir siyasi iradenin ortaya çıkması, AKP tarafından bu istenmeyen denge unsurunun “kabul edilemez” olmadığı açıktır.

Genel ve yerel seçimler arasında böyle bir ilişki kurulduğu zaman 1 Nisan sonrasında ortaya çıkan tablo daha anlamlı yere oturmaktadır. Yerel seçimlerde ortaya çıkan tepkinin, neden genel seçimlerde bu düzeyde görülmediğinin sorusunun yanıtı budur. Genel seçimlerde sallantıda olan rejimin inşasındaki son aşama geçilmiştir. İdari olarak değiştirilen yapının siyasi ve sosyolojik olarak belirli bir aşamayı kat etmesi anlamına gelmektedir.

Ancak bu yeni rejimin toplum ve siyaset temsili arasındaki ilişkisi çok sorunlu olduğu gün gibi aşikardır. Gericiliğin, sermaye sınıfının programının, emperyalizmle uyumun sadece baskı aracılığı ile topluma bu nedenli nüfuz etmesi mümkün değildir.  Sadece seçimlerle sınırlı olmayacak şekilde siyasi arenanın ve sınıflar mücadelesinin dalgalı bir seyir izleyeceği, bundan sonra da farklı toplumsal fay hatlarının işlev göstereceği çok açıktır. Bu nedenle, bugünkü siyasi iktidarın tam boy bir şekilde sermaye programına sarılması, emperyalizm ile mesafeyi kapatması, en önemlisi de gericiliğin hukuksal korumasını arttırmaya ağırlık vereceği açıktır.

Bu noktada düzen muhalefetinin de bu programla daha uyumlu hale geleceğinin unutulmaması gerekmektedir. Rejim açısından bir geriye dönüş olasılığı ortadan kalktığı ölçüde, düzen muhalefeti de rejimin belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde, sermaye düzeninin belirli bir kanadını temsil eder şekilde bir rol üstlenecektir. Elbette buradan “büyük bir uzlaşı” çıkma ihtimali bulunmuyor. Tersine, yeni rejimin belli kodları kabul edilmektedir. Ancak uç veren sivri noktaları, baskı-adam kayırmacılık-siyasal İslâmın “resmi ideoloji” olarak tanınması gibi, törpüleme eğilimi düzen muhalefeti açısından daha uzunca bir süre temel siyasi başlıkları oluşturacaktır.

Öyleyse, hiçbir aktörün tam olarak hazır olmadığı bu siyasi tablo “tam boy bir yönetememe” durumunu doğurma ihtimali barındırıyor mu? Şimdilik bu sorunun yanıtı kesin olarak “hayır” olarak görülmesi gerekmektedir. Ekonomik krizin bir siyasi bunalıma dönme ihtimali şu anda bulunmamakla birlikte, emekçi sınıfların siyasi mücadele düzeyi, bu düzeye öncülük edeceklerin örgütlü kapasitelerini arttırma ihtimalleri bu tabloyu tersine döndürme ihtimali barındıran diğer etmenlerdir.

Bahsettiğimiz iki etmene, yani emekçilerin mücadelesi ve solun öncülüğü konularına, ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Birincisi; emekçilerin mücadelesi, hala belirli bir düzeyi geçmemiştir. Emeklilerin verdiği tepkiler, bir dizi sanayi havzasında ortaya çıkan direnişler, bu noktada bize belli bir veri sunmaktadır. Bu düzeyin sistematik olarak yükseltilmesi, siyasi hedeflerle donatılması gerekmektedir. İşte, ikinci etmen tam bu noktada devreye giriyor. Solun genel olarak buraya öncülük etme kapasitesini arttırması bugünün en önemli başlık olarak görülmelidir.

Genel seçimlerden yerel seçimlere devam eden süreç bu noktada solun belli belirsiz bir programı temsil ettiği ortaya çıkmıştır. Bir dizi siyasi çevreyi bir kenara koyarsak, solun önemli bir çoğunluğu Türkiye’nin geleceğinde oynayacağı rolü düzen muhalefetinin sokak gücü olma ile sınırlamıştır. Düzen muhalefetinin izin verdiği ölçüde geliştirilen bir siyasi dilin emekçilerin geleceğinde önemli roller üstlenme şansı yoktur. En fazla geçici olarak siyasetin bıraktığı boşlukları doldurma şansı vardır; ancak bu gel-geç bir akım olarak görülmelidir.

Halbuki tüm belirsizliklerine rağmen Türkiye’de solun hala önemli bir ağırlık noktası bulunuyor. Belirli yerelliklere sıkışan, Türkiye’deki sosyolojik değişimi okumayan bir solun bu potansiyeli ortaya çıkarma ve harekete geçirme ihtimali ne yazık ki bulunmamaktadır.

Bu potansiyeli ortaya çıkarmanın tek yolu yeni damarlara ulaşmaktan geçiyor. Sözünü ettiğimiz yeni damarlar Türkiye’de bir hayli yaygın ve mevcuttur. Yeter ki solun laiklik, bağımsızlık ve emeğin iktidarı konularını ayrı bir bağımsız hat içerisinde değerlendirmesi mümkün olsun. Çünkü laiklik de, bağımsızlık da, emeğin iktidarı da bugünkü sandık-siyaset ikiliğinin çok ötesindedir.

Burada sabırla ısrar edenlerin 1 Nisan sonrası Türkiye’nin geleceğinde yeri vardır, diğerlerinin ise parıltılı sanılan ışıkları daha şimdiden tükenmektedir.

Israrla bu yolda yürüyenlerin ilk işi ise 1 Mayıs’ta bu tablonun içerisinde kendisini güçlü bir şekilde göstermek olmalıdır. O yüzden kendimize de şu soruyu sorarak, yanıtını bulmak zorundayız: 1 Nisan’dan sonrasına hazır mıyız?

Cevap evet ise, yürüyelim!