Son on yılda Türkiye’de akademinin ne hale geldiğini anlatmaya gerek yok sanırım. Herkesin gözü önünde neredeyse tüm parametrelerde gerileyen akademi belki de tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Elbette gün gelir, bunların tümü aşılır ama bunu gerçekleştirebilmek için de öğretim üyesi kalitesi çok önemli. Peki, bu cephede durum nasıl?
Boğaziçi direnişi bir yana bırakılırsa, tekil örnekler dışında ciddi bir karşı çıkış yok gibi. Hatta bırakın karşı çıkmayı, en basit konularda bile öğretim üyelerinin küçük çıkarlar ve/veya “korkudan korkmak” yüzünden yönetimin amaçlarına koşut davrandıkları gözlemleniyor. Bence bu tür örneklerin kayıt altına alınması gerekiyor çünkü eminim bu dönem de atlatıldığında pek çok kişi “nasıl mücadele ettiğini” veya dolaylı da olsa iş birliği yapmadığını kanıtlamaya çalışacak. Geçmişte hep böyle oldu çünkü.
Dokuz Eylül Üniversitesi’ni (DEÜ) bilirsiniz; AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın rektör olarak atanmasından sonra yaşananları basın bolca yazdı, yazmayı da sürdürüyor. Aslında olanlar Türkiye’nin küçük bir örneği. DEÜ’de artık bilim ve demokrasi yok. En küçük bir işlem için bile rektörün onayı alınıyor ve sıradan bir uygulama da bile aksi yapılırsa, yapan kişi sürgün, tehdit vs. şeklinde mobbingle karşılaşıyor. Öğrencilerin sorunları saymakla bitmez ama DEÜ gündeme üniversitede manav açılması gibi “ilginçlikler” veya Sayıştay raporlarında değinilen usulsüzlükler veya Rektörün isminin geçtiği mafyatik uygulamalar ve suç duyurularıyla geliyor.
Neyse konumuz bunlar değil, sorun öğretim üyelerinin olanlara karşı aldıkları tavırla ilgili. Bildiğim kadarıyla koca üniversitede bir öğretim üyesi dışında dişe dokunur bir mücadele veren yok. (1) Ancak tersi uygulamalar, yani yazının başında belirttiğim “unutulmaması gerekenler” ise çok fazla. İşte yakın dönemde yaşanan iki örnek:
DEÜ Tıp Fakültesi’nde altı profesör, üç doçent ve bir doktor öğretim üyesi bulunan bir anabilim dalına yönetim dışarıdan ve anabilim dalının istemediği bir doçent getirir. Ancak iş bununla bitmez, üniversite yönetimi yeni gelen doçenti başkan da yapmak ister. Yasaya göre akademik ünvanı yüksek birisi varken, diğerlerinin adaylığı söz konusu değildir. Bahsettiğim profesörlerin tümünün muayenehanesi olduğundan aday olamazlar ama hiç birisi de muayenehanesini kapatmayı düşünmez. Bir yol daha vardır aslında: Kapatma dilekçesi verip, sonrasında iki ay içerisinde vazgeçme hakkını kullanmak. Ama bunu yapmak da açık bir karşı çıkış olacağından, korkarlar. Bu durumda doçentlerden bir tanesi başkan olacaktır. Bölümdeki doçentlerin tümü de aday olmaktan çekindiği için, yeni gelen kişi tek aday olarak kalır ve seçilir. Konfordan vazgeçememe ve bunun yarattığı korku, bazıları için “istikbal” umudu, on öğretim üyesi olan bir anabilim dalının yeni getirilen bir kişiye kolayca teslim edilmesiyle sonuçlanmıştır.
İkinci örnek İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesindeki bir anabilim dalından. Burada bir doçent ve doktor öğretim üyesi vardır. Barış bildirisini imzaladığı için KHK’lı olan ve mahkemeden iade kararı çıkan bir profesör üniversiteye geri dönmek ister. Rektörlük, mahkeme kararına aykırı bir biçimde, anabilim dalına “gereksiniminiz var mı” diye sorar ve anabilim dalı başkanı olan doçent “hayır” diye yanıtlar ve profesörün üniversiteye dönüşü kabul edilmez.
Olay kısaca böyle. Ancak eklemem gereken bazı şeyler var: İlki, anabilim dalındaki doktor öğretim üyesi önümüzdeki bir iki ay içerisinde yaş haddinden emekli olacak. Yani tek bir kişi kalacak anabilim dalında. İkincisi, doçent ve doktor öğretim üyesinin akademiye girebilmeleri ve orada kalabilmeleri için şimdi reddettikleri profesörün zamanında nasıl çabaladığının ben doğrudan tanığıyım. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, bilimsel açıdan her ikisinin toplamı bile reddettikleri profesör kadar olamaz.
Anabilim dalı başkanı olan doçent tehdit edildiğini söylüyormuş ama kendisine önerilen “başkanlıktan çekil, doktor öğretim üyesi başkan olup, olumlu yanıt yazsın. Nasıl olsa birkaç ay içinde emekli olacak” önerilerini bile geri çevirdikleri biliniyor; “korktu, kaçtı” derlermiş! Böyle yapınca korkulmamış mı olunuyor? Neyse, ilgili dernek ve sendikaların da tepkisini çeken bu olay basına yansımıştı. (2)
***
Sonuçta her iki anabilim dalında da yönetimin isteği, ciddi bir dirençle karşılaşmaksızın gerçekleşmiştir. Şimdi yakın zamanda yaşanmış bu iki örnekten sonra, üç çuval kömür karşılığı iktidar partisini destekleyen yoksul insana bir şey söyleme hakkı olabilir mi? Okumuşu böyle yaparsa… Brecht’in dediği gibi, “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir; ancak mücadele etmeyen zaten yenilmiştir”.
Not: Yazıda bahsettiğim öğretim üyelerinin isimlerini okumayı zorlaştırmaması için yazmadım, yoksa gizlemek gibi bir niyetim yok.
Bu haber en son değiştirildi 18 Şubat 2024 01:59 01:59
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…