Hafıza-i Beşer | Kuzgun Acar kendini anlatıyor

Türk çağdaş heykel sanatının öncülerinden Kuzgun Acar’ın ölüm yıldönümünde, sanatını, sosyalizm mücadelesini ve işçi sınıfından yana aldığı politik tavrı kendinden dinliyoruz.

Hafıza-i Beşer | Kuzgun Acar kendini anlatıyor

Türk çağdaş heykel sanatının öncülerinden Kuzgun Acar’ın (28 Şubat 1928-4 Şubat 1976) kişiliğini, özgün sanatını, sosyalizmden, işçi sınıfından yana tercihini ve kısa yaşamını yazmak onunla okur arasına girmek yerine doğrudan kendisinden dinlemek daha doğru.

Avrupa çalışan Türk işçilerinin Kuzgun Acar’ın ölümünün ardından eşine gönderdikleri başsağlığı dileği işçi sınıfının kalbinde nasıl bir yeri olduğunu göstergesidir:

“Sanat yeteneğini halkımızın egemen sınıflara karşı verdiği mücadele içinde silah olarak kullanan, işçi kökenli heykelcimiz Kuzgun Acar 4 Şubat 1976 günü geçirdiği beyin kanaması sonucunda vefat etti. Avrupa Türkiyeli Toplumcular Federasyonu, Belçika örgütü BTİB Belçika Türkiyeli Kadınlar Birliği ile beraber Kuzgun Acar’ın eşine çektiği telgrafta, “işçi bir ananın her türlü fedakârlıklarla yetiştirdiği hayatı boyunca gerek heykeli, gerek doğrudan doğruya çalışmasıyla, içinden çıktığı işçi sınıfına hizmetten geri kalmamış değerli eşinizin ölümünden duyduğunuz acıyı paylaşırız.”

KUZGUN ACAR KENDİNİ ANLATIYOR…

(…) Ben bir işçi ananın çocuğu olarak büyüdüm. Zaten hep otomobil altı yıkadım. Mensucat ustabaşılığı yaptım. Belki de hâlâ süregelen hırçınlığım ondan doğuyor.

(…) O dönem anneme daha fazla yük olmamak adına çeşitli işlerde çalıştım. Bunlardan biri de bir barda “vestiyer görevlisi” işi, ancak benden beklenen “bar fedailiği”ydi. İlk önce yadırgamıştım. Bar fedailiği? Ama bana çok şey eklemiş bir yaşam devresidir bu. Her an tetikte olmak. Müşterinin aklının içinden geçen mazarrâtı sezerek duruma hemen el koyuvermek. Zaten bu geç kalmaya gelmez bir durum. Mazarrât aklın içinden organlara yayılınca neyi önleyeceksin ki? Okun yaydan çıkması gibi. Tetikte olmak ta öyle sam füzesi gibi bir alet değil. Kısa zamanda bu işimde oldukça yaygın bir üne kavuştum. Transfer istekleri başladı. Ama ben meslekte tırmanmaktan yana değildim. Akademi’deki asıl işi sürdürebilmek için bir şeyleri aşmak, bir yolu geçmekti benimkisi. Bir de işim ırkımın işlerinden sayılırdı. Bar sahibi memnun müşteri memnun sürüp gidiyordu, yaşam. Bir adamın elinden bıçağı almayı, tabancaya havlu atarken kafasına iskemle geçirmeyi galiba burada öğrendim.

(…) Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam bir yeni tat, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam kime ne söyleyeceğim ki? Önce sevmek gerek… Karşına bir malzeme çıkar, ona sevgiyle yanaştıkça, sokuldukça tanırsın. Tanıdıkça da seversin. Bir kere sevdin mi, gönlünü verdin mi bu malzemeye, nakış da olur, heykel de, mask da.

(…) E, siz bir yere varmışsınızdır. O halk sizi yontar zaten. Aslında bize heykeltıraş diyorlar. Tamam, doğru biz yontuyoruz bazı şeyleri ama aslında bizi yontan sokaktan geçen adamdır. O hesabını sorar adamdan. Bu açık. Bunu o kadar uzun yıllardır, en azından bir 27 yıldır yaşadım. Ben bilmiyorum, ben mi heykel yonttum beni mi halk yonttu. Bunu bilemem ben.

(…) Heykel öyle de yapsan olur böyle de. Taştan, mermerden oyarsın, çividen demirden dökersin; çanak çömlekten bükersin. Hepsi de olur… Tepe noktaya bir yere koyarsın, süs olur; fırlatır atarsın, çöp olur… Ama bir işe de yaradı mı, o zaman öpülesiye, okşanasıya güzel olur, doğru olur. Herhangi bir insan bu hiç okuryazar olmayabilir ama sanat hiç okuma yazması olmayana da bir şey söyleyen bir nesne o tadar lezzetine varır ve hesabını sorar insanın. Şaşırır tabii şaşırsın istiyorum zaten. Şaşırtmak için değil. Şaşırırken doğruyu bulacaktır. Doğru değilsem zaten neyi yapsam bir şey değil. Bir kaç iş yaptım ve bu yığınlara gitti ve yığınlar öylesine kabullendiler ki…

(…) İnsanı zapt etmeye imkân yok. Ben onun için figüratif heykel yapmıyorum. Onu durduramayız anı yakalayamayız; ben hareketi yakalıyorum. Kendi tabiatıma aykırı olduğu için figüratife alışmadım. Abstre çalıştım. Örneğin kuşun kendisini yapmaktansa hareketini yaptım. Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam bir yeni tad, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam, kime ne söyleyeceğim ki ben(Soyut ve figüratif) aslında aynı duyarlık aşağı yukarı. Örneğin Yeni Cami’de kuşların uçuşundan yola çıkan-bir işimde konu-kuşlara yem satarak para kazanan bir takım fakirler, hürriyetinden vazgeçmiş ve o yeme mahkûm olmuş kuşlardı. Bir paralellik kurdum kendi dünya görüşüm içinde. Anlattım, anlatamadım bilmiyorum ama (soyut ve figüratifte) aynı esinlenme yolu. Evet, bir kuş o. Buna bir soyutlama diyebilir miyiz? Önce sevmek gerek. Karşına bir malzeme çıkar, ona sevgiyle yaklaştıkça, sokuldukça tanırsın. Tanıdıkça da seversin. Bir kere sevdin mi, gönlünü verdin mi bu malzemeye, nakış da olur heykel de, mask da. Yaptığım her yontuda mutlaka bir çığlık vardır.

(…) Neden hep tiyatro? Yok canım, yani ‘hobby’ diyorlar ya, öylesine özel bir tutku değil… Yaşamın bir parçası. Tiyatro bana kolektif namusun ne demek olduğunu öğretti. Heykel, resim gibi bireysel bir sanatın kolektif olabileceğini, ortak amaç için nasıl kullanılabileceğini öğretti.

(…) Heykel, abidecilik yolunu heykelin ülkemizdeki son ve değişmez aşaması sayıp tek tipliğe giderken, Türk sineması da Yeşilçam geleneklerini yargılayanlarda deccalı görme dehşetinde. Kolektif bir yaratma olan sinema ile kişisel çabanın yeterli olduğu heykel sanatını aynı paralele sokan nedenleri sıralamak isterim:

a) Her iki sanat kolunun da büyük yığınlarla karşılaşabilme kolaylığı

b) Uygulamada, nicelik, nitelik ve zaman faktörü olarak emeğin en az oluşu

c) Yığınları, şartlandırıldıkları estetikte ve dünya görüşünde doğrulamaya alet oluşları

d) Etki alanlarının, çağdaş eğitiminden yoksun ya da ‘az nasipli’ler oluşu

e) Sinema ve heykelin, diğer sanatlara oranla inanılmaz yükseklikte mali olanaklar sağlaması

f) Dar çevrede organlaşmanın uzun süreli piyasa şartlamaları için yeterli olması

g) “Kapkaç” düzenin paylaşıcılarından olmanın moral sonucu olarak, sanata inancını sürdürenlere saldırmayı loncalaştırmaları

h) Her iki sanat dalında da kişilik kazanmayı, bölgecilik ve ‘vulgarisation’ ile karıştırmada -çoğunlukla bilinçli- direniş.

(…) Çok büyütülüyor aslında. Sanat, sanat, sanat… Ne oluyoruz ki yani? Hani bir adamın İstanbul Ankara otobüsünü götürmesi herhalde benimkinden daha güç bir şey. Ben biraz dana kolay idare ediyorum. Ve ben onun heykelini yapmak istiyorum. Onun heykeli de, biraz sivri demir, biraz çelik sivriler, sivriler ve batıcılar ve bilmem ne, bilmem ne, bilmem ne… Onun heykelini yapmaya uğraşıyorum ve onun heykeli hareket. Onun heykeli azgınlık. Ben onu oturup da ayakta yapamam. Onun için figüratif çalışmıyorum. Onun için somut heykel yapmıyorum. Adamı zapt etmeye imkan yok. Adam fırtına. Adam kaçıyor. Saatte seksen kilometre yapıyor. Yüz kilometre yapıyor. Onun heykeli aslında sabit yapılamaz ki. Ben onun sadece hareketini yakalarım. Becerebiliyor muyum, o iddiada değilim. Ama ne yaptığımı biliyorum. O adamın, o fırtına adamın, o böyle otuz beş yaşındayken elli beş yaşında gösteren adamın heykeli. O soyut oluyor zaten.”