Bir yanda saray soytarılığı, bir yanda onurlu bilim insanlığı

Yazarımız Ekim İsmi, günümüzde siyasi iktidara biat eden akademisyen türü ile ülkemizin onurlu akademisyenlerini karşılaştırıyor.

Birkaç gün önce Odatv’de bir haber yayımlandı. 2016-2017 Yükseköğretim Akademik Yılı açılış töreni yapılmıştı. Mekan malumdu: Saray. Üniversitelerin içinde bulunduğu durum, akademik kadroların yetersizliği, geçtiğimiz günlerde basına yansıdığı şekliyle tek bir kişinin hem rektör hem de bilumum fakültenin dekanı olması gibi konuların bu açılışla ilişkilendirilmesi zaten beklenmiyordu! Öyle ya, açılışlar saray sahibinin şovu katılımcılarının da podyumuydu. Nitekim, rektörler fırsatı bol bol selfie çekerek değerlendirmişler, bahşedilen cüppelerinin hakkını vermişler.

Acı olansa bu adamların memlekette “okumuş adam” sayılmaları, hatta “daha ne kadar okuyacak, rektör olmuş” diye düşünülerek okumuşluğun en üst seviyesinde görülmeleri ve “okumak cehaleti alır…” diye bilinirken, bunların cehaletin değirmenine su taşımaları, cehaletin etrafında pervane olmaları…

Hoş, farklı olması beklenebilir miydi? Bozuk düzende sağlam çark olmuyor. Piyasacılık, gericilik, işbirlikçilik tüm kurumlara yerleşmişken, buralara kök salmaya çalışırken üniversitelerin bunun dışında kalması ne derece mümkün olurdu? 12 Eylül’den bu yana, YÖK’ü de kurarak, üniversitelerdeki bilimsel ve özgür düşünceyi bastırmayı, sindirmeyi, yok etmeyi hedefleyen düzenin AKP’li yıllarda önüne çıkan tüm fırsatları kullandığını “selfie”ci rektörlerle apaçık görmüş bulunuyoruz.

Düzen üniversitelerin, üniversitelerdeki bilimsel düşüncenin kendi için büyük bir tehdit olduğunu çok iyi biliyor ve buraları da memleketin tüm kurumlarına yaptığı gibi bir bataklığa çevirmeye çalışıyor. Bir mesafe katettikleri gerçek. Fakat “selfie”ci rektörleriyle mutlak bir zafere ulaşabilirler mi, onu mücadele ve zaman gösterecek. Üniversite öğrencilerinin ve onurlu akademisyenlerin bu kavgada özel bir misyonu kesin olacak.

“Selfie”cilerin toplandığı günler onurlu bir akademisyenin öldürülüşünün 38.yılı ile çakıştı. Ordinaryus Profesör Bedri Karafakioğlu 20 Ekim 1978 günü faşistlerce vurularak öldürüldü. Öldürüldüğünde İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı idi. Yurtdışındaki eğitimini tamamladıktan sonra yurda dönmüş ve arkadaşlarıyla birlikte İTÜ Elektrik Fakültesi’ni kurmuştu. 1948 yılında profesör olmuş, 1948-54 yıllarında Telgraf-Telefon Tekniği Kürsüsü’nde, 1954-60 yıllarındaysa Telekomünikasyon Tekniği Kürsüsü’nde çalışmıştı. 1960-61 yıllarında Kurucu Meclis’te İTÜ temsilcisi, 1963-68 yıllarında OECD Bilimsel Araştırma Komitesi Türkiye temsilcisi, 1970-75 Avrupa Rektörler Konferansı Türkiye temsilcisi olarak görev yaptı. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kuruluşuna destek vererek 1972-76 arası KTÜ’de de öğretim görevlisi olarak çalıştı. Elektrik Mühendisleri Odası çalışmalarında da aktif olarak yer alan Bedri Karafakioğlu, 5. ve 6. dönem İstanbul şubesi yönetim kurulu başkanlığı yapmıştır, öğrencileriyle iç içe yaşamayı, birlikte çalışmayı tercih eden onurlu bir akademisyendi. Özel okullara karşı yapılan toplantılara katılıyor ve “gençliğin heyecanları emirlerle kanalize edilemez” diyerek ilerici öğrencilere uygulanmak istenen disiplin yönetmeliklerine karşı çıkıyordu.

Faşist hareketin yüklendiği misyonu hayata geçirmesi için uygun bir adaydı Karafakioğlu ve bu yüzden katledildi. Katledenler kendilerini milliyetçi sayıyorlardı ve yaptıkları şeyi ülke için yaptıklarını söylüyorlardı. Koca ülkenin elektrik ve iletişim ağının kurulmasında, işletilmesinde ve geliştirilmesinde önemli roller üstlenen bir bilim insanını öldürmenin ülkeye nasıl bir faydasının olduğunu elbette açıklamadılar, hatta büyük olasılıkla düşünmediler bile.

Bedri Karafakioğlu İTÜ rektörü olduğu yıllarda başka bir onurlu bilim insanını tedavi olmak için yurtdışına gitmeye ikna etmeye çalışmıştı. Yurtdışı sırasının kendisinde olmadığını söyleyen arkadaşını “Benim sıram geldi, benim yerime git o halde” diyerek ikna ettiler. İkna edilen kişi Mustafa İnan’dı.

Ülkemizde inşaat sektörünün gelişimindeki en önemli isimlerden birisi Mustafa İnan’dır desek abartmış olmayız. Bir bilim insanı olarak gerçekleştirdiği üretim ve bilimsel gelişmeye sağladığı katkılar, bir öğretmen olarak yetiştirdiği öğrenciler böylesi bir konuma doğallığında yerleştirmiştir Mustafa İnan’ı.

Fotoelastisite konusunda araştırma yapan ilk Türk bilim insanıdır, “Kayma merkezi” başlıklı makalesi yurtdışında yapılmış ilk doktora çalışması olarak kabul edilir. “Elastomekanikte İntikal Matrisi” makalesiyle taşıma matrisi başlığında dünya çapında çalışma yapan ilk bilim insanlarındandır. TÜBİTAK’ın fikir babalarından ve kurucularındandır. İTÜ’de görev yapmış en genç dekan ve rektördür (AKP’li yıllara bakmadım-Eİ). Cisimlerin Mukavemeti kitabı günümüzde bile alanının en iyi kitaplarından sayılmaktadır. Tüm bunların dışında edebiyata ve müziğe özel ilgisi vardır ve kendisinin “hocaların hocası” sayılmasını hak edecek şekilde üniversiter sistem üzerine fikirlere sahiptir.

Bütün bunların yanında unutulmaması gerekense Mustafa İnan’ın kendisini hep memleketine karşı sorumlu görmesi ve para ile, koltuk ile ilişkisinin de hep kötü olmasıdır. O yüzdendir ki, kendisine Bayındırlık Bakanlığı teklif eden Cemal Gürsel’i atlatmak için bin dereden su getirmiş ve bakan olmayınca sevinmiştir. Kendisine teklif edilen paralı işlerin çoğunu arkadaşlarına yönlendirmiş, kendisi mümkün olduğu kadar üniversitedeki işlerle, bilimsel çalışmalarla uğraşmıştır.

“Bazılarına göre ‘Kuvvet’ para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?” sözleriyse İnan’ın en güzel sözleri ve özetidir herhalde.

Bugün üniversitelerde yönetici olanların Karafakioğlu’nun ya da İnan’ın temsil ettiği değerlerle pek bir işinin olmadığını biliyoruz. Görünen o ki, ülkeyi ve üniversiteyi sadece ve sadece kendi kariyerlerinin bir aracı olarak, piyasada daha çok iş yapabilmenin sağlam titri olarak görüyorlar.

Bu durumda İnan’ın “olur mu çocuklar?” diye seslendiği onurlu akademisyenlerin, ilerici üniversitelilerin bir soruya cevap vermesi gerekiyor.

Soru şu: Yüzyıllar önce Takiyüddin’in rasathanesinden meleklerin bacaklarının gözlendiğini iddia edenler, bugün başı açık derse giren öğrencilere “sizin yüzünüzden derse melekler gelmiyor” diyerek saldırırken, bilimsel aklın ve aydınlığın en büyük kalelerini bu cahillere mi bırakacağız yoksa bilimsel düşünce ve eylem için daha güçlü ve daha örgütlü hale mi geleceğiz?

Yol belli…