Çiftlik değil, sınıf sendikası

Irmak Ildır, sendikaların içine düştüğü açmazı ve değişmesi gerekenleri yazdı

Bir süredir olup bitenlerin hızına yetişmek “normal” insanın harcı değil. Ülkenin dört bir yanında yükselen savaş naraları ve siyasal gelişmeler doğrultunun hangi yöne doğru kaydığının sorusunun sorulmasına neden oluyor. Söz konusu Türkiye solu olunca bu soruların çoğalmasını mümkün karşılamak gerekiyor.

“İslamcı-faşist diktatörlük” geliyor tezinden, “emperyalizm Erdoğan’ın üzerini çizdi” tezine kadar farklı sorular ve cevaplar üretildi ancak doğrultunun bulunması, siyaseten kendi dışındaki toplumsal kesimlerle ilişkilenmesi ve güven vermesi mümkün olmadı. Olmamasının altında ise çok temel bir doğrultu yatıyor: maddi zeminin kurulamaması.

Siyasette maddi zemini kuramayan, ideolojik olarak olanaklar ve kısıtları bir arada düşleyemeyen bir tarzın kendini ilerletmesi söz konusu değildir. Dahası böylesi bir siyaset tarzının git gel akılla dün iddia ettiğinin tam tersini iddia etmesi ve bu durumdan “ilkelilik” çıkartması tam bir trajedidir. Öte yandan sağlıklı zemin kurma ve buradan yol alma çabası içinde olanların da, siyasetin dinamizmi karşısında “sabit yapılar” kurma çabası içine girmesi yanlıştır ve yukarıda söz edilen tarza karşı kitleleri ikna etme konusunda hiçbir şansı yoktur.

Örneğin söz konusu sınıf siyaseti olunca iki noktayı açmak gerekiyor. Birinci olarak sınıfsal dinamikleri harekete geçiren veya geçirecek yönelimlerin ne olduğunu ortaya koymalı. İkinci olarak ise bu yönelimlerle bağlantılı olarak yapılması gerekenleri ifade etmek gerekiyor. Birinci noktaya eğilindiğinde kapitalizmin genel doğrultusuna bakmak zorundasınız.

***

FED’in ve IMF’nin ifadelerine başvuracak olursak emperyalist merkezlerde kapitalizmin yaşadığı bunalım toparlanma eğilimi gösterirken, bu eğilimin “durağanlaştığı” ifade ediliyor. Bununla birlikte bu durağanlaşmanın özellikle bağımlı ülkelere etkisinin giderek artacağı gözlemlenirken, Türkiye’nin bu noktada en çok zorlanacak ülkeler arasında tepeye oynadığı biliniyor. Uzunca bir süre “kırılgan beşli” olarak ifade edilen ve gelişmekte olan ülkeler arasında dış etkilere duyarlılığı en yüksek ülkeler arasında sayılan Türkiye’nin “büyük çöküş” içine girmemesi ise belirli açılardan sermaye akışının Türkiye’ye devam etmesiyle alakalı.

Bununla birlikte yaşanan siyasal krizlerin ve neo-liberal ekonominin bağımlı ülkelerde yarattığı etkiler Türkiye’yi de yapısal sorunlarla baş başa bırakıyor. Türkiye’nin sermaye sınıfı yapısal sorunlara yaklaşım açısından zayıflıklarını bilirken, bu zayıflıkları aşmanın yolu olarak AKP’nin devreye soktuğu “emek piyasalarının düzenlenmesine” yaslanmaktadır.

Bu düzenlenmenin içereceği sonuçları defalarca kez işledik. Öte yandan bu süreçlerin yaratacağı etkilerin nerelerde yoğunlaşacağı, hangi dinamikleri harekete geçireceğine dair kısa notlar halinde bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.

1- Bağımlı ve orta gelişkinlikte bir ülke olarak Türkiye ve onun sermaye sınıfı uzun yıllardır sermaye birikimini emperyalist merkezlerden arta kalan sektörlere yoğunlaştırmaktadır. Bu sektörler ilk yatırım oranları görece düşük, teknolojik getirileri az ve yoğun bir emek gücüne dayanmaktadır.

2- Emek-yoğun sektörleri öne çıkan Türkiye’nin kârlılık oranları kısıtlı ve dış etkilere açık. Bu açıklık, kamu harcamalarının altyapı yatırımlarına kaydırılarak giderilmeye çalışılsa da, son noktada emeğin daha fazla sömürülmesine dayanarak giderilmek zorundadır.

3- Daha fazla sömürü ve sömürü oranlarının artan rekabetle azalması lokomotif sektörlerde, inşaat, metal, turizm gibi, patlamaya açık bir sınıfsal dinamiği beslemektedir. Bu beslenmenin giderilmesi ve etkisizleşmesi için ise “esnekleşme” politikaları devreye girmektedir.

Dolayısıyla bu gerçeklerle birlikte AKP’nin adımları örtüşmektedir. Emeğe saldırı aynı zamanda oynaklığı yüksek, barutu az sermaye sınıfı için yaşamsal bir kaynağı yaratmaktadır. Sermaye sınıfının kısıtları, yegane olanağını yaratmaktadır.

Ancak bu açıklığa karşın finansal sektörün canlılığı sermaye sınıfına esneklik, emekçilere ise bağlanma sağlamaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere esneksizleşme ile gelen siyasetsizlik işçi sınıfının süngüsünü düşürmekte, sendikal alanın yozlaştırıcı etkilerine daha açık hale gelmektedir. Böylece ortaya çıkan tabloda bir kısır döngü ortaya çıkıyor. Bu kısır döngünün bir tarafını sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü güven altına alıcı adımlar oluştururken, diğer kısmını ise bu duruma seyirci kalmayı seçen ve günü geçiştiren etkisiz unsurlar oluşturmaktadır.

***

Son 14 yıl boyunca adım adım budanan emeğin hakları, nihai olarak neo-liberal ekonomik görünümün altında ortadan kaldırılmak isteniyor. Öte tarafta duranlar ise ancak Ali Cengiz oyunlarına başvuruyor. Sağa sola yalpalamaktan helak olan sendikal alanın unsurları kendisini dev aynasında görmekten bıkmıyor.

Örgütsüzlüklerini ve siyasetsizliklerini “büyük kişilikler” yaratarak aşmaya çalışan sendikal alanın unsurları gerçek mücadele başlıkları geldiğinde topu taca atıyor.

Meclise emeğe saldırı ile ilgili yasa mı geliyor? Kolayı var. Basın açıklaması ve birkaç göstermelik eylemle bunu aşabilirsiniz.

Bir işyerinde mücadele eden, yönetimi karşısına alan işçiler mi var? Kolayı var. Genel Merkezinizi onlara kapatır, bir de üstüne polisi üyeniz olan işçinin üstüne salabilirsiniz.

Sendikal yönetimi mücadeleci işçilere mi kaptıracaksınız? Kolayı var. Patronla anlaşın, size geçici işçiler sağlasın.

Genel Kurul’da zora mı düştünüz? Kendi dar çevrenizi, ilkesiz bir biçimde CHP’ye ya da HDP’ye yamayın. Olsun bitsin.

1 Mayıs’ta işçi sınıfı için mücadele etmek, bu gündemi emekçiler lehine çevirtmek sıkıntıya mı düşürüyor? Hiç sorun değil. 1 Mayıs’ı örgütlemeyin. Her ile, hatta en ufak yerleşim birimine bile 1 Mayıs gösterisi koyun ve sonra “Taksim’i 1 Mayıs’a açın” diyin. Nasıl olsa 1 Mayıs’ta gazetecilere poz verebilir ve “AKP’nin gerçek yüzünü” ortaya çıkarabilirsiniz. Hem de her yıl!

Bütün bunlar acı ama değişmesi zorunlu gerçeklerimiz. 80’li yılların sonundan 90’lı yılların başına kadar geçen süreçte sınıf hareketinin bütün enerjisini yoz sendikal alanlara harcayan Bayram Meral, Şemsi Denizer vb.. unsurlara karşı sendikal alanda kalıcılık sağlayacak bir sınıf tavrı geliştirilmeye çalışılmıştı.

Şimdi bu tavrı bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Emekçilere karşı büyük saldırıya karşı hiçbir şey yapmayan, etkisiz sendikal alanda bir değişiklik yapmak istiyorsak şu söylem her yerde dalgalansın:

“Çiftlik değill, sınıf sendikası!”

İşte bu söylem önümüzdeki dönem verilecek kavganın temeli unsurlarından biri olacak.