Kadınlar

Eduardo Galeano’nun kitaplarındaki kadınların derlemesi geçtiğimiz Şubat ayında Türkçe olarak basıldı.

“Bir kız çocuğu iki bebeğiyle oynuyor ve sessiz durmaları için onları azarlıyor. O da güzelliğiyle, iyiliğiyle ve kimseyi rahatsız etmemesiyle bir bebeğe benziyor.”

Ne kadar sıradan gibi gözüküyor ve günümüz toplumlarında yaşayanlar tarafından gayet doğal karşılanan bir durumun anlatımı olarak duruyor değil mi? Halbuki kadınların sınıflı toplumlar boyunca kaderi olagelmiş rolünün son derece naif ama bir o kadar da etkili anlatımıdır yazılanlar.

Eduardo Galeano’nun kitaplarındaki kadınların derlemesi geçtiğimiz Şubat ayında Türkçe olarak basıldı.  Dünyanın dört bir yanında ve farklı dönemlerde yaşamış, tarihe küçük de olsa bir iz bırakabilmiş ya da buna da şansı olmamış onlarca kadının anlatısını kitapta bulabilirsiniz. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Uzakdoğu’dan Avrupa’ya birbirinden kültürel olarak oldukça farklı kadınların birbirlerinden oldukça farklı gibi gözüken öyküleri, biraz daha yakından bakıldığında şaşırtıcı derecede birbirine benziyor. Bu durumu kadınların fıtratı ile açıklamak gibi bilimsellikten uzak yöntemlere sığınmayacaksak eğer, farklılıkların arasında kendini belli eden sömürü ve baskı mekanizmalarının ortaklığını görmek zorundayız, çaresizliği hisseden kadınların çarkların dönmesine nasıl hizmet eder hale geldiğini de.

“Ve suç ortaklarının asla kiliseye gitmeyen iki yaşlı kadın olduğunu ona söylediklerinde, suçlanan kadın bir ana suçlayana dönüştü ve parmağıyla o iki şeytani kadını işaret edince artık kamçılanmadı.

Ve daha sonra başka suçlananlar da başkalarını suçladılar.

Ve darağacı hiç durmadan çalıştı.”

Güney Amerika’dayken köle olarak satılıp Kuzey Amerika’ya getirilen ve orada yaptıkları nedeniyle cadı olarak yargılanan kadının kendini kurtarma çabası, bugün illa kahin veya cadı olması gerekmiyor, sıradan her kadının yaşadıklarını özetliyor. Gündelik hayatın idamesinden sorumlu kadınlar, bu sorumluluklarının dışına çıkmaya çalıştıklarında ve biraz daha fazlasını istediklerinde, çoğunlukla ilk taşı atanlar da kadınlar olmuyor mu? Kadınlık görevlerinin icra mercii olan ev hayatında kadınları bu kıskaca sokanlar sadece erkekler mi? Dilimize pelesenk olmuş, belki artık çekirdek ailenin yaygınlaştığı dönemlerde gölgesi kalmış, ama asla yokolmamış gelin-kaynana ilişkileri denen sıkıntı kaynağı, kadının kadına düşmanlığı değil de nedir?

Hadi gelin-kaynana pek sempatik bir örnek olmadı, ana-kız ilişkileri de tarih boyunca öğrenilmiş kadınlığın ve onun zıttı olarak erkekliğin üretimine kaynaklık etmiş çok önemli bir kanal değil midir? Ve şu itirafın dünyanın hangi köşesinde nasıl bir kadın tarafından yapıldığını ayırt edebilir misiniz:

“Ben de annemin korkusu var, annemdeyse anneannemin korkusu varmış.”

Öğrenilmiş kadınlık derken, öğrenilmiş erkekliği de unutmamak gerekir. Zıtların mükemmel bir birlikteliğidir bu iki kavram! Toprak mülkiyetinin korunması ve türün devamı gibi ihtiyaçların sonucu olarak toplumsal işbölümündeki ikincil konuma yerleştirilen kadınlar, kültürel olarak da bunu besleyen zincirlerle çevrilmişlerdir tarih boyunca… Kadınların kontrol altında tutulması gerekir, çünkü bütün kötülüklerin kaynağıdır. Kadınların kontrol altında tutulması gerekir, çünkü aklı eksiktir. Kadınların kontrol altında tutulması gerekir, o halde erkeklik bütün cüretini göstermelidir.

“Havva aptalı yüzünden cennetten atıldığımızdan ve şaşkın Pandora kutuyu açıp dünyayı kötülüklerle doldurduğundan beri İncil ve Yunan Mitolojisi tarafından zaten uzun süre kötü muamele görmüşlerdi.”

“Çok eski zamanlarda, orman perisi Eko konuşabiliyordu. Üstelik o kadar güzel konuşuyordu ki, sözcükleri sanki daha önce başka hiçbir ağız tarafından dile getirilmemiş gibi güzel geliyordu dinleyenlere.

Ancak Zeus’un resmi karısı Tanrıça Hera, sıklıkla yaşadığı kıskançlık krizlerinden birinde onu lanetleyince, Eko cezaların en kötüsünü çekti ve sesinden mahrum kaldı.

O andan itibaren artık kendi başına hiçbir şey söyleyemedi, sadece başkalarının söylediğini tekrarladı.

Zaman içinde gelenekler, bu laneti en üstün erdeme dönüştürecekti.”

Neyse ki tarih bu “erdem”e sahip olmayan kadınlarla dolu! Galeano derlemesinin bile bu konuda oldukça eksikli kaldığını bilerek kitaptaki örneklerden devam edelim.

Kendi evlatları tarafından dünyaya getirilmiş Plaza de Mayo Anneleri, ilk bilgisayar programcısı Ada Lovelace, “Bütün savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında yapılır.”diyen Emma Goldman, Giyotine giderken “Eğer biz kadınlar giyotin sehpasına çıkma kapasitesine sahipsek, neden halka hitap eden kürsülere çıkamıyoruz?”diye soranOlympe de Gouges, Hitler karşıtı çalışmaları için idamına karar verilen ve idama giderken “Ne üzücü. Böylesine güzel bir gün, böyle bir güneş ve gitmek zorundayım.” diyen Sophie Shool.

Ve Milay:

“Uruguaylı siyasi mahkumlar izin almadan konuşamaz, ıslık çalamaz, sırıtamaz, şarkı söyleyemez, hızlı yürüyemez ve başka bir mahkumu selamlayamazlar. Aynı şekilde, hamile kadınların, çiftlerin, kelebeklerin, yıldızların ve kuşların resimlerini ne çizebilir ne de hapishaneye sokabilirler.

İdeolojik fikirleri olduğu için işkence gören ve tutuklanan öğretmen Didasko Perez, bir Pazar günü beş yaşındaki kızı Milay tarafından ziyaret edilir. Kızı ona üzerinde kuşların olduğu bir resim getirir. Sansürcüler hapishane girişinde onu yırtarlar.

Ertesi Pazar Milay ağaçların resmini getirir. Ağaçlar yasak değildir, resim geçer. Didakso resmi överken kızına ağaçların yaprakları ve dalları arasındaki rengarenk küçük yuvarlakların ne olduğunu sorar:

“Bunlar portakal mı? Meyveler mi?”

Küçük kız onu susturur:

“Şşşittt.”

Ve kulağına sessizce fısıldar:

“Şaşkın. Onların göz olduklarını göremiyor musun? Sana gizlice getirdiğim kuşların gözleri.“

Kadınlar, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık, Şubat 2016