2019'da son sözü kim söyleyecek?

2018'in geride kalıp 2019'a girdiğimiz günlerde zamanı biraz ileri alıp zamanda "sıçrama" gerçekleştirelim. Bir yıl sonra bugünlerde neyi konuşuyor olacağız? Hangi gündemler önümüzde olacak? Kimin sözü daha fazla dinlenecek ve son sözü kim söyleyecek?

Okuyucular için ön bir not: başlık sizi yanıltmasın, gerçekten de bu yazının niyeti yeni yıla dair kimin sözünün geçeceği ile ilgili. Yaprak sayfalarının birer birer döndüğü, “soluk mavi noktanın” bir tam turu daha tamamladığı bir zaman aralığında, kaseti biraz ileri sarmak herhalde garip karşılanmayacaktır. Sonuçta, bize göre ömrümüzün bir yılı “lafı edilmeyecek mikroskobik bir zaman” sadece.

2018’in geride kalıp 2019’a girdiğimiz günlerde zamanı biraz ileri alıp zamanda “sıçrama” gerçekleştirelim. Bir yıl sonra bugünlerde neyi konuşuyor olacağız? Hangi gündemler önümüzde olacak? Kimin sözü daha fazla dinlenecek ve son sözü kim söyleyecek?

İşi gücü bırakıp kehanete dalmıyoruz, siyasete bakıyoruz. Eğer niyetimiz bu sorulara yarı umursamaz, yarı kaygısız cevap vermeyip, “nasıl olsa her şey aynı kalır” demeyeceksek biraz zihin egzersizi yapmanın zamanıdır.

2018 yılı, sadece bir yıl sonra değil, daha sonraki yıllarda da temel olarak seçimler ve ekonomik kriz ile anılacak. Seçimlerin yatıştırıcı etki gösterdiği, ekonomik krizin ise belirsizliklere neden olduğu 2018 yılı, önümüzdeki yıllar için sermaye sınıfı adına yeni bir programın, yol haritasının çizildiği bir yıl oldu. 2019, bu programın adım adım hayata geçirileceği bir yıl olacak.

Daha önce ifade etmeye çalışmıştık, açılan her tür tartışma sermayenin ve onun politikasının zemini hazırlamaya dönük. [1] Bu zemini hazırlarken kırıp dökmeleri, yanlış yapmaları ve eşyanın doğası gereği tepkiyi yaratmaları mümkün. Etki ve tepki sadece bir doğa yasası değil, aynı zamanda toplumsal bir pratik.

Şimdi yeni bir yıla girerken, genel doğrultunun sermayenin iç bileşenlerini dönüştürmeye, ortaya çıkan krizin maliyetinin toplumsal olarak fatura edilmesine geldi. İşçi sınıfına kesilen faturanın bedeli her zaman büyüktür. Bu nedenle bir tür “denge” kurmaya çalışıyorlar. Asgari ücrete yapılan yüzde 25 civarı zam, enflasyon düzeyinde, böyle bir dengenin kurulmasıyla alakalı.

Ancak, orta vadede ücretlerin asgari ücret civarında eşitlemeye dönük hamlelerin geleceği, reel ücretlerin düşme eğiliminin ortaya çıkacağı bilinmeli. Bunu nereden anlıyoruz? İki noktadan. Birincisi ortalama ücretlerin seyrinden, ikincisi enflasyonist dönemlerde ortaya çıkan maliyetlendirme politikasından.

İlk sonucu basit bir veri ile açıklayabiliriz. DİSK-AR’ın çalışmasına göre, işçilerin aylık net geliri 1894 TL’di. [2] TÜİK’in verilerine göre ortanca aylık gelir kişi başına 1899 TL’di. Geçtiğimiz yıl asgari ücretin 1603 TL net olduğu düşünülürse, sonuç şaşırtıcı olmamalı. Bu yıl özel sektördeki maaş artışları, kamu sektöründeki beklentiler vs. düşünüldüğünde asgari ücret ile ortanca ve ortalama ücretler arasındaki makas daralıyor. Böylece kriz ve fatura arasındaki bağ sermaye sınıfı adına netleşiyor.

***

Bununla birlikte, 2019 yılında işçi sınıfını derinden etkileyecek, önümüzdeki dönem tüm oluşum dinamiklerini şekillendirecek sosyal bir yıkım anlamına gelen politikalar da gündeme gelecek. Kıdem tazminatı fonunun kurulması, bireysel emeklilik uygulamasının zorunlu kılınması, kamuda kadroya geçirilen taşeron işçilerin kıdem, emeklilik, toplu sözleşme haklarının bekle-gör politikası adı altında ortadan kaldırılması gibi uygulamalar çok geniş bir kesimi etkileyecektir.

Bu durumda 2019’da son sözü kimin söyleyeceği önem kazanıyor. Kriz ile ekonomik, siyasal mücadele yükselişi arasında doğrusal bağ kuran anlayışın hüsran yarattığı açık. Krizlerin yarattığı “belirsizlik üzerinden yükseliş beklemek “kaderci” anlayışla bağlantılı. Oysa veriler tersini ortaya koyabiliyor kimi örneklerde. 1963-94 arasını ele alan ve yakın zamanda yayınlanan bir çalışma, grevler ile enflasyonist durum arasında doğrusal bir bağın olmadığını ortaya koyuyor. Şaşırtıcı bir biçimde, esas bağ siyasal ortam ve sendikal örgütlülük düzeyiyle alakalı.[3] Siyasal ortamdaki dalgalanma grevleri tetiklerken, sendikal örgütlülük düzeyinin yükselmesi ise düşürmüş.

Tabi bu araştırma sınırlı bir inceleme ile alakalı. Hatta çokça eleştirilebilecek yanı da var. Ancak işçi hareketinde sarı sendikaların etkisi ve siyasetin belirleyiciliği açısından önemli. Öte yandan, 94’ten günümüze gelen 24 yılda toplumsal eşitsizlik ile işçi eylemler arasında doğrusal bir bağ var. O yüzden ücret kavgası vermek ya da örgütlenme girişiminde bulunmak bir mücadele alanı haline geliyor.

Şimdi bu tabloda sendikal alanının etkisizliği, sınıfın iç bölünmüşlüğü ve yönsüzlüğü eklendiğinde 2019’da son sözü söylemek için bu tablonun toptan karşıya alınması gerektiği açığa çıkıyor.

Gerisi ise, laf-ı güzaf!

Notlar

[1] Irmak I., Sarı tartışmalar, https://gazetemanifesto.com/2018/sari-tartismalar-227654/, erişim tarihi: 26.12.2018

[2] Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği, s.12, DİSK-AR, İstanbul, 2018

[3] Hasan B., Meltem D., Sayım Y., 1963-94 Yılları Arasında Türkiye’de Gerçekleşen Grevleri Etkileyen Faktörlere İlişkin Ekonometrik Bir Model Önerisi, s.1903-1920, Çalışma ve Toplum, 2018/4