Prof. Dr. Özgür Orhangazi, 'Türkiye Ekonomisinin Yapısı'nı Manifesto'ya değerlendirdi

Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Özgür Orhangazi ile geçtiğimiz ay raflarda yerini alan “Türkiye Ekonomisinin Yapısı” kitabına dair konuştuk.

Prof. Dr. Özgür Orhangazi, 'Türkiye Ekonomisinin Yapısı'nı Manifesto'ya değerlendirdi

Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Özgür Orhangazi ile geçtiğimiz ay raflarda yerini alan “Türkiye Ekonomisinin Yapısı” kitabına dair konuştuk.

Orhangazi kitabında, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını tarihsel ve küresel bağlamda ele alırken; ekonominin sorunlarını, kırılganlıklarını ve kriz dinamiklerini iktisatçı olmayanların da anlayabileceği bir dille okurlarına sunuyor.

İşte Prof. Dr. Özgür Orhangazi’nin Manifesto’ya verdiği mülakat:

Manifesto: Türkiye ekonomisine dair olarak şöyle bir tanımınız var sizin, “dış sermaye girişine bağımlı”, “borç artışına dayanan”, “inşaat odaklı büyüme”. Biraz bu üçlemeyi açmanızı isteyeceğiz.

Prof. Dr. Özgür Orhangazi: Şimdi Türkiye ekonomisinin tarihine baktığınız zaman özellikle 1950’lerden itibaren göze çarpan şey şu: Büyüme genellikle dış açıkla birlikte ortaya çıkıyor. Çünkü geriden gelen bir ekonomi, birtakım malları ithal etmek zorunda ve her seferinde o büyüme bir dış açık yaratıyor. Bu dış açık da borç yoluyla, (Amerikan yardımı oluyor bazı dönemlerde) kapatılmaya çalışılıyor; 60’tan itibaren dış açıkları kapatmak için ithalatı mümkün olduğunca yerli üretime dönüştürme fikri, pek çok benzer ülkede uygulandığı gibi “ithal ikameci sanayileşme politikası”na dönüşüyor. Bir ölçüde başarılı da oluyor, yani daha önce olmayan sanayilerin büyük bir kısmı kurulabiliyor, geliştirilebiliyor vs.

Fakat bu sanayileşmenin kendisi de ileride dış açık yaratmaya başlıyor; çünkü ülke sanayileştikçe; makine, teçhizat, yazılım gibi bir takım girdiler ithal etmek zorunda kalıyorsunuz, enerjide zaten dışarıya bağımlısınız; dolayısıyla bu dönem de bir dış açık kriziyle sonuçlanıyor 70’lerde. 80’lerle birlikte neo-liberal politikalara geçilirken, 89’da şöyle yine Türkiye’ye özgü olmayan, bütün benzer ülkelerde uygulanan bir yola giriliyor: Dış açık sorununun karşılanması için, sermayesi fazla olan ülkelerden sermaye akışı sağlamak üzere, sermaye üzerindeki kontrollerin tamamen kaldırılması… Düşünceye göre, sermaye fazla olan yerden az olan yere gidecek, bunun da bir iktisadi mantığı var. Sermayenin fazla olduğu yerde zaten kar oranları göreli daha düşük olacağı için ve az olduğu yerde daha çok kazanacağı için oraya doğru akmaya başlayacak. Girecek sermayenin yatırıma dönüşeceği, büyümeye dönüşeceği; dolayısıyla geri ödemesinin de mümkün olacağı düşünülüyor. “Dış sermaye girişlerine bağımlı büyüme” hikayesi buradan başlıyor.

89’da biz sermaye giriş ve çıkışlarını tamamen serbest bırakıyoruz, bu şu anlama geliyor: Özellikle 90’ların başından 2000’lere kadar olan sürede ilginç bir görünüm ortaya çıkıyor, zaman zaman dış sermaye yoğun bir şekilde Türkiye’ye giriş yapıyor. Faizler yüksek, onun avantajını kullanmak için veya borsadan para kazanmak için sermaye giriş yapıyor ve bu dönemde ekonomi hızlı bir şekilde büyüyor; fakat bu giren sermaye kısa vadeli sermaye olduğu için “herhangi bir sebepten” çıkıveriyor, çıktığında ise tam tersi döviz krizine giriyorsunuz. İşte ‘94 budur, ‘98 budur, 2001 en ciddi versiyonudur.

Kitapta tarif edilen, “sermaye gelince büyüme olacak” önermesinin varsayımı, “Sermaye gelecek, bir takım üretken yatırımlara yönelecek” şeklinde anlatılıyor. Fakat öyle olmuyor, gelen sermaye ağırlıklı olarak kısa vadeli sermaye olduğundan; sermaye geliyor, para kazanıp çıkıyor. Net olarak sermayenin girdiği dönemler ile ekonominin büyüdüğü dönemleri bir grafiğe koyduğunuzda, bu birlikte hareket ediş görülebiliyor.

2001’de çok daha derin bir krize girdikten sonra, az önce bahsettiğim çalışmayan önermeye ilişkin bir takım “yapısal reformlar” uygulanıyor ve “Sermaye giriş çıkışları var; ancak tam olarak engelleri kaldıramadık, bütün piyasaları liberalleştirmemiz lazım, devleti tamamen çekmemiz lazım” deniliyor. “Güçlü ekonomiye geçiş” programı denilen “yapısal reform” programını uygulayarak bu yönde bir adım atılıyor. Yani zaten açılan sermaye giriş-çıkışlarının üstüne bir de piyasalar mümkün olduğunca, politik ortam el verdiğince serbestleştiriliyor ve daha fazla sermaye gelecek beklentisi taşınıyor.

HÜKÜMETİN İLK DÖNEMLERİNDE HERŞEY YOLUNDA MIYDI?

Tam bu sıralarda Amerika’da 2000’lerin başında faiz oranlarının düşmesi, Japonya’da zaten 90’lardaki yaşadığı krizden dolayı hayli düşük faiz oranlarının olması; dünyada bir para bolluğu oluşturuyor. Bu da zaten sermayenin ‘nerede kar ederiz?’sorusuyla gidecek yer aradığı bir dönem. Türkiye’de 2000’lerle beraber bu iki durum çakıştı. Örneğin 2003’ten itibaren Türkiye’ye yoğun bir dış sermaye girişi olmaya başladı. Tarihte de görülmemiş seviyelerde dış sermaye girişinden bahsediyorum. “Dış sermaye girişlerine bağımlılık”tan kastım; aslında dış sermaye girdiği zaman büyüyoruz, çıktığı zaman ise birşeyler yerinden oynamaya başlıyor.

2000’lerin diğer bir özelliği de finansal piyasalarda daha önce olmayan, uzun vadeli konut kredilerinin devreye sokulması oluyor. Tüketici kredileri, kredi kartlarının yayılması vb gibi gelişmelerle bir yandan tüketicilerin, hane halklarının, işçilerin daha fazla tüketebilmeleri için borçlanmaları başlıyor; bir yandan da sermaye girişleri devam ettiği için şirketler yüksek düzeyde borçlanmaya başlıyor. Hızlı bir borç artışı var, bu anormal de değil. Genelde şöyle bakılırdı buna: “Tamam, Türkiye’de borçluluk artıyor ama; Amerika’yla kıyaslarsanız orada da artıyor, bu aslında kapitalist sistemin işleyişi içerisinde normal. Kredi alıp borcunu yatır.” Burada önemli olan ürettiğiniz gelir veya ürettiğiniz değer aynı hızla artacak mı? Eğer aynı hızla veya daha hızlı artmazsa bir yerden sonra borç artışı sizin üretiminizi çok geçtiği için ödenemez hale gelmeye başlıyor. Yani illa iflas edeceksiniz manasında değil ama; borcun faizlerini ödemeye devam edebilirsiniz belki ama ana parayı ödeyemeyebilirsiniz. Bireysel olarak ya da şirket olarak farklı yansıyabilir, yani bir anlamda zaten borç artışı büyümeyi hızlandırır ama aynı zamanda da ilerde bir kırılganlığa yol açabilir.

2003’ten sonra hem sermaye girişi hem de borç artışı birlikte olunca hızlı büyümeye başlıyoruz; zaten bu durum da “ekonomide her şeyin iyi gittiği”nin söylendiği dönem. Bugün bile söylenen, ‘hükümetin ilk dönemlerinde her şey yolundaydı’ diye bahsedilen tablo bu.

Üçüncüsü de 2004-2005’ten sonra ortaya çıkan durum. Dış sermaye giriyor, bankaların yarattığı kredi artıyor, ancak “nereye yönlenecek bu yatırımlar?” sorusu gündeme geliyor. Öyle bir ortam var ki; bir yandan tamamen her şeyi liberalleştiriyorsunuz; bir yandan dış rekabete bütün sektörler açılmış durumda, dolayısıyla her sektör karlı değil ya da çok yüksek karlı değil; dolayısıyla sermayenin bir kısmı daha garanti, daha karlı  (örneğin, inşaat gibi), birkaç senede döndürebildiğiniz alanlara yönelmeye başlıyor, bu sistemin kendi doğasında olan bir şey sonuçta; ama daha önemlisi devletin müdahalesi var. Örneğin, TOKİ üzerinden, kamu yatırımları üzerinden, ‘Kamu Özel İşbirliği’ (KÖİ) üzerinden devasa bir inşaat yatırımı gözlemleniyor.  Burada da birkaç şey var, birisi büyük bir rant yaratılabiliyor bu yolla; bunun siyasi yanları da var, iktisadi yanları da var.  Bence diğer yanı da 2001 “yapısal reform” programının en önemli özelliklerinden birisi ‘bütçe açıklarının düşürülmesi’ idi Türkiye’de. Hükümettesiniz, bütçe açıklarını düşüreceksiniz, o programa onay vermişsiniz; ancak bu kural elinizi kolunuzu bağlıyor. Bir yerden harcama yapmanız lazım, size tamamen bütçe dışı, rant üzerinden hareket edebileceğiniz, kamu harcaması yapabileceğiniz bir alan açıyor. Kamu harcaması yapabiliyorsunuz ve kitapta vurguladığım bir başlık olarak, hızlı bir şekilde sermayedar yaratabiliyorsunuz bu durumda. Birtakım imtiyazların belli kişilere, gruplara verilmesi yoluyla sermayedar yaratma, bunların hepsi birleştiği zaman; o borçlanmadan, artan sermaye girişinden, büyük bir kısmı da inşaat odaklı olarak büyümeye yöneliyor.

Manifesto: Tam da burada şu soruyu sormak isteriz. Krizin nedeni olarak “dış güçlerin spekültatif müdahaleleri” ya da “demokratik değerlerden uzaklaşma” olduğu iddialarını içeren tezler var, bu tezler hakkında ne dersiniz?

Ö. Orhangazi: 2002-2003’ten başlayın, 2015’e kadar giderseniz (arada Amerika’daki büyük kriz de var tabii) bu finansal genişleme politikaları ile dünyadaki kredi miktarı ve likidite miktarı devasa boyutlara ulaşıyor. Dolayısıyla sermaye girişleri çok hızlı bir şekilde, çok uzun süre devam ediyor. Bir tek 2009 krizinde galiba hemen hemen duruyor; ama onun dışında senelik 50-60 milyar dolar gibi bir sermaye girişi var. Hisse senetlerine, kamu borçlanma senetlerine veya borsaya büyük bir miktarda sermaye girişine karşı bir savunma mekanizmanız yoksa zaten krize karşı kırılgan olmuş durumdasınızdır, sermaye çıkışını herhangi bir şey tetikleyebilir.

“İSTİKRARSIZLIK İÇİN YAPISAL ŞARTLAR HAZIRDI”

2018’deki döviz krizinden bahsediyorum örneğin, herhangi bir şey tetikleyebilir sermaye çıkışını. 2001 krizine baktığınız zaman “Cumhurbaşkanı, Başbakana anayasa fırlattı”, bunun iktisadi dengelerle çok bir ilgisi yok ama, bir şekilde tetikliyor. Kırılganlık, ‘siyasal istikrarsızlık var’ görüsüyle tetikleniyor. Oysa dışarıda ne oluyor? 2013’te ABD merkez bankası FED, miktarsal genişleme neticesinde Amerikan ekonomisinin toparlanmaya başladığını; dolayısıyla bu paranın yavaş yavaş geri çekilmeye başlanacağı söylüyor. FED’in bu kararı dünyadaki para miktarının azalacağını ve ülkelerdeki dolaşımının çıkışını işaret ediyor. 2015’te de bunu söylediler. 2017’de de faizler artmaya başladığında sermaye çıkışı olmasa da henüz, sermaye girişlerinde azalma görülüyordu. Yani, “tüm şartlar oluşmuş durumda” döviz krizi yahut dövizde bir istikrarsızlık olması için tüm şartlar oluşmuş. 2018’de sermaye çıkışı oluyor, ‘tetikleyen’ etmen olarak o zamanlar Rahip Brunson’ın serbest bırakılmaması; Trump’ın tivitler atması vs. gösteriliyor. Yurtdışında bir yatırımcı, Türkiye’deki cari açığın ve borçlanmanın çok yüksek olduğunu görebiliyor. Bu ‘siyasi’ etmenlerle sermaye çıkmaya başladığı anda zaten gerisi de çorap söküğü gibi geliyor.

Yani böyle bir dış açığın ve bu kadar büyük bir dış borcun olduğu bir yerde, istikrarsızlığı herhangi bir olayın tetiklemesi için zaten yapısal şartlar hazır. Şimdi “dış mihraklar” hikayesi çıktı; dış yatırımcı spekülasyon yapabilir. Sermaye giriş çıkışlarının tamamen serbest olduğu bir ekonomide dış sermaye girebilir, çıkabilir, alabilir, satabilir; dolayısıyla illaki birisinin girip de bir komplo yapmasına gerek yok, bir tane büyük finansal şirket sadece para kazanmak için bunu yapabilir, İngiliz sterlini üzerinden de yapıldı zamanında bu. İkinci kısmı, “2000’lerde bak güzel büyüyordu ekonomi, 2015-16’dan sonra demokrasi azaldı, ortadan kalktı, o yüzden dış yatırımcı gelmemeye başladı…”  bu da dış yatırımcılar için siyasal sistemin çok belirleyici olduğunu varsayıyor. Bunun etkisi elbette olabilir, ‘yatırımlarıma el konabilir mi?’ kaygısı ortaya çıkabilir, daha az gelmeye başlayabilir; ama tam tersi de olabilir, yani dış yatırımcı olarak sizin tek bir adamla muhatap olmanız, yatırımlarınızı daha da kolaylaştırabilir. Diğer ülkelerden de örnekler alabilirsiniz, en çok dış yatırım alan ülkelerin demokrasisi bizden daha mı iyi sorusuna yanıt arayabilirsiniz. Kitapta eleştirmeye çalıştığım nokta burasıydı.

Yüzeyde kalan hikayeler anlatıyoruz; ancak altta yatan bu sermaye girişlerine bağımlılık, iç borç, dış borç seviyelerine bakmıyoruz. Bir kriz olması için her türlü şart var, yani ek bir dış müdahaleye ihtiyacınız yok; sadece bu tarihleri öngörmek çok mümkün değildir. Finansal yatırımcıların ‘ruh halini’ öngörebilmeniz mümkün değil, örneğin ABD’deki faizler yükselmeye başlar, orası daha karlı diye oraya götürmeye başlayabilir. Başka bir ülke daha iyi bir getiri sağlıyordur vs. yani bir kısmı sizinle ilgili bir kısmı ise zaten uluslararası konjonktürle alakalıdır.

YAPISAL REFORM PROGRAMI

Manifesto: Buradan diğer sorumuza geçersek; hükümetin açıkladığı “yapısal reform programı”  ya da “yeni ekonomik program”a dönük görüşlerinizi sormak isteriz. Bu sorumuzla bağlantılı olarak,  “ekonomi iyi gidiyor, rakamlar yükselişte; ama vatandaşın cebine yaz aylarında yansıyacak” gibi bir olumlu fotoğraf sunuluyor. Bu konuda da görüşlerinizi dinlemek isteriz.

Ö. Orhangazi: Bu aralar herşey “yapısal reform” olarak adlandırılıyor. Hükümetin 2017’de uyguladığı şeyler neydi? Bir borç krizi ortaya çıktığında iki şey yapılabilir. İlki, “bırakalım batanlar batsın” politikası izleyebilirsiniz; yahut daha önce çok kısıtlı kullanılan “kredi garanti fonu”,  “Hazine garantisi” eliyle şirketlerin borçlanmalarını, borçlarını yenilemelerini sağlayan büyük paketler devreye sokulabilir. 2017’de bu başladı zaten. 2019’daki rakamları bilmiyorum, henüz yayınlanmadı; ancak ’17 ve ‘18’de hazine garantileri yoluyla borç krizi kontrol altına alınmasa da yavaşlatılabildi.  İkincisi, 2018’de Amerika’da faizlerin yükselmeye başlaması, FED’in fazla parayı geriye çekmeye başlaması Amerikan borsalarını vurdu önce. Çünkü o bol paranın önemli bir kısmı kendi borsalarında spekülasyona gidiyordu. Burada bir tehlike ortaya çıktı, yani FED faiz artırmaya devam ederse, kendisinin bir finansal krizi tetikleyebileceği gibi bir tablo ortaya çıktı. Bunun sorumluluğunu almak istemediler ve faiz artırımını durdurdular. 2019’da ise ABD finansal piyasalarında sıkışıklıklar ortaya çıktıkça, özellikle Eylül’den itibaren yeniden piyasaya para sürmeye başladılar. Dolayısıyla küresel şartlar rahatladı.

Yani bir sermaye çıkışı olmadı 2019’da; hatta net olarak 2-3 milyar dolar da olsa (50-60 milyar dolar giren yıllarla kıyaslandığında çok küçük kalsa dahi) halen girişin olduğu bir dönem. Bu durum krizin derinleşmesini engelledi. Borçların Kredi Garanti Fonu veya benzeri fonlarla bir şekilde ötelenebilmesi sağlandı. Bu bir programdan ziyade ‘rastgele’ diyebileceğimiz bir şekilde borçların yapılandırılmasıydı. “Enerji sektörünün borçlarını şöyle yapalım… bankalara baskı uygulanıp ‘çok üzerlerine gitmeyin’ diyelim, bir sene ise üç seneye yayalım bu borçları” gibi çok ortodoks olmayan politikalar uygulayarak, bir anlamda zamana oynadı aslında hükümet. O anlamda başarılı olmuş görünüyor, büyük bir sermaye çıkışı olmadı, onun dışında programdan ziyade esasen yaptıklarına baktığınız zaman bir takım düzenlemelerle yurtdışından TL üzerinde spekülasyon yapılmasını azalttılar. Bunlar aslında benim ‘utangaç sermaye kontrolleri’ dediğim, sermayenin “o kadar da serbest” olmamasını sağlayan bir politikanın devreye sokulması idi.

Bir de üstüne kamu bankalarını kullanarak kurdaki gündelik oynamaları biraz kontrol altına almaya çalıştılar. Nihayetinde düşük de olsa bir büyüme oldu. 2019’un sonlarında hafif toparlanmaya başlandı ama eskinin o yüksek büyümelerinden ziyade küçülme durdu. Sermaye girişleri de devam ettiği için döviz kuru göreli bir süre kontrol edilebildi. Ama işsizlik de en yüksek tarihsel oranlara ulaşmaya başladı; yani bir toparlanmadan ziyade “aşağı gidiş durmuş” gibi görünüyor şimdilik. Ancak başa dönersek; dış sermaye girişleri eksiye dönmese de sermaye çıkışı durmuş görünüyor.

Bu dönemi daha önceki ‘94 ile ‘98’le veya 2001 ile kıyaslarsanız, orada dönemlerde çok ciddi bir dış sermaye çıkışı ve kaçış vardı. Toplam olarak baktığımızda 2018- 2019’da sadece sermaye girişleri durmuş durumda, dolayısıyla kırılganlık da tam olarak test edilmiş değil. Ve nihayetinde, bu adına “yapısal reform” da denen önlemlerin, politikaların hemen hemen hiç birisi  dış sermaye girişine bağımlılığı kontrol etme planını barındırmıyor. İlgili politika, bu borçluluk krizinin kontrolünün sağlanmasını da yahut ” inşaat odaklılıktan nasıl çıkarız?” sorusuna da yanıt vermekten ziyade, küresel şartlar elverdiğince faizleri düşürmeyi, konut satışlarını artırmayı, inşaat kısmını devam ettirmeyi hatta mümkünse daha büyük projeler bulmayı (Kanal İstanbul gibi) içeriyor.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMDE TÜRKİYE EKONOMİSİ

Manifesto: Faiz düşürülmesi yabancı sermayenin Türkiye’ye girişine de bir engel değil mi? Hükümet ‘faizleri düşüreyim’ diyor, ‘inşaat sektörü  devam etsin’  anlamında bir program uyguluyor. Bu politika yabancı sermaye girişine engel teşkil etmez mi?

Ö. Orhangazi: Dış sermayenin kararında sizden kazanacağı getiri belirleyicidir. Faiz oranları üç aşağı beş yukarı yatırımlarından ne kadar kazanacaklarını gösteriyor. Bir de alternatif yatırımlar yaparsa ne kazanacağı sorusu var.  Bunların arasındaki farka bakıyor, ikinci kısım ise risk konusu.  Nihayetinde işte ‘imkansız üçleme’ dediğimiz yere geliyoruz. Sizin sermaye giriş çıkışlarına dayalı bağımlı bir ekonominiz varsa; siz hem kuru hem de faiz oranını istediğiniz yerde tutamazsınız.  Eğer kur değerli olsun istiyorsanız faizi yükseltmek zorundasınız ki sermaye girişi olsun, yok faizler düşük olsun diyorsanız kur bir yerden sonra tırmanmaya başlayacaktır. Faizin oynaması sermaye giriş çıkışlarını etkileyecektir, dolayısıyla ikisini aynı anda kontrol etmeniz imkansızdır. Buna bir de uluslararası piyasalarda küresel finansal şartların doların değerini nasıl etkilediğini eklemek gerekir.

2018’in sonunda sermaye çıkışı olmaması için faizler yüzde 25’e kadar çıkarıldı, bu sermaye hareketlerini stabilize etti. Ama 2019’da dünyadaki sermaye miktarı yeniden genişledi, ABD’nin ve Avrupa’nın parasal genişlemeye devam etmesi sebebiyle dünyadaki getiri yine çok düşük bir seviyeye geldi. Bu da faizlerin bir miktar düşürülebilmesi için bir alan verdi. Ancak bu hareketler çok ani de olabilir, yani finansal yatırımcıların havası çok hızlı değişebilir ve birbirlerini takip ederler. Birdenbire birkaç tanesi bir yere gitmeye başladığında, diğerleri de takip eder ve gitmeye başlayabilir, o yüzden bir ‘garanti’ yok.

“Bu senenin sonunda, yaz aylarında ekonomik iyileşme herkese yansımaya başlayacak” da olabilir ya da herhangi bir nedenden ötürü o kadar hızlı sermaye girişleri de olur ki faizlerin daha da düşmesinden ötürü beklediklerinden daha hızlı ekonomik beklentiler karşılanabilir Ama benim kanaatim, dış sermaye girişleri düşük kaldığı sürece büyümenin ve dolayısıyla cari açığın düşük olacağı, işsizliğin ise yüksek seviyelerde seyretmeye devam edeceği bir döneme girmiş görünüyoruz.