Nasıl bir ülke?

Örgütlü bir mücadele elbette ki istediği sonuca varacaktır. Yaşamak istediğimiz memlekete giden yolda düzen yolumuza engeller çıkarmaya devam edecektir. Bu engelleri aşmanın yolu, birlikte olmaktan örgütlü mücadeleden geçmektedir. 

Batuhan Baybars

2022 Türkiye’sine baktığımızda gençlerin geleceğe dair umutsuz olduğu, kadınların toplumsal yaşamdan soyutlandığı, işçilerin ve emekçilerin ağır çalışma koşullarında sömürülmeye mahkûm bırakıldığı, insanlığın yaşamına devam edebilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarının tam boy piyasaya açıldığı, ekonomik krizin can alıcı bir noktaya geldiği, emperyalizm ile iş birliğinin hat safhaya ulaştığı bir tabloyu görebilmek mümkündür. Bu noktaya gelirken 20 yıllık AKP iktidarının payını es geçmek mümkün değildir. İktidara geldiği 2002 yılından itibaren cumhuriyetin kazanımlarına savaş açan AKP iktidarı, 1980 darbesinden sonra başlayan dönüşüm sürecinin öznesi haline geldi.  Üniversiteler üzerinde kurulan baskı, toplumsal hayata dair yapılan düzenlemeler, imam hatip liselerinin sayısındaki artış, tarikat ve cemaatlere sunulan imkanlar…

Bu dönüşümlerin tek sorumlusunun AKP olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Evet aktör AKP’dir ama tek sorumlu AKP değildir. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe bir açıdan AKP’nin geçmişi niteliğindedir. YÖK’ün kurulması, ülkenin serbest piyasaya açılması, özel üniversitelerin kurulması gibi süreçler 1980 darbesinin birer sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. 1990’lara geldiğimizde, Refah Partisi ile birlikte siyasal İslam’ın yükselişi, yeni bir krize doğru gidildiğinin   göstergesi haline gelmiştir. Refah Partisi mitinglerinde şeriat naralarının atılması, Refah Partisi’ne üye olan milletvekillerinin laiklik karşıtı söylemleri ve bizzat Necmettin Erbakan’ın “Rektörler kapıya çıkıp başörtülü bacıma hoş geldin diyecekler” cümlesi laikliğin nasıl bir tehlikede olduğunun kısa bir özetidir.

Nasıl bir memleket istiyoruz?

Yukarıdaki cümlelerimizde, memleketin nasıl bir süreç sonucunda bugünkü haline geldiğinin kısa bir panoramasını sunmuş bulunduk. Memleketin içinde bulunduğu karanlık tablonun sorumluları bizler değilken faturalarını bizlere kesmekte ısrarcı olduklarını görüyoruz. Her gün yeni bir zam haberiyle uyanırken işçinin ve emekçinin açlık sınırının altında aldığı maaş, bir lütufmuş gibi önümüze seriliyor. Emperyalizm ülkenin her yerinde boy gösterirken ve  memleket göçmen gettosu haline gelirken bu durumun güzellemesi yapılıyor. Kadınlar, sokağa çıktığı her an endişe duyarak hayatlarına devam ediyor. Öğrenciler, okurken çalışmak zorunda bırakılıyor veya KYK kredisi alarak okudukları süreç içerisinde borç batağına sürükleniyor. Bu düzen bizim düzenimiz değildir. Bu düzen sistemin kabul gördüğü ölçüde parası olanın sistemi devam ettirmek üzere yaşatıldığı, parası olmayanınsa “ne yaparsa yapsın ayak bağı olmasın yeter” muamelesiyle karşılaştığı  bir düzendir.

Bu düzene mahkûm değiliz. Laikliğin olduğu bir düzen istiyoruz. Çünkü kadınların toplumsal hayata tekrardan dahil olabilmesi ve kulluk anlayışı yerine eşit yurttaşlık anlayışının sağlanabilmesinin ön koşulu laikliktir. İşçilerin ve emekçilerin hak ettikleri insanca bir yaşamı istiyoruz. Geleceğin mühendisleri, doktorları, öğretmenleri olarak eğitim hakkımızın gasbedilmediği bir memleket istiyoruz. Yaşamımıza devam edebilmemiz için gereken bütün ihtiyaçların kâr uğruna piyasaya açılmadığı bir düzen istiyoruz.

İstediğimiz memleket mümkün müdür?

Bu soruya cevap vermeden önce içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemi bilmek, anlamak gerekmektedir. İşçilerin sömürüldüğü, her alanın; sermayedarlara kâr uğruna peşkeş çekildiği, parası olanın yaşadığı, olmayanınsa yalnızlaştığı bir sistemdir kısaca. Kapitalizm içerisinde istediğimiz memleket mümkün değildir. Bu durumun birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden en önemlisi, kapitalizmin kâr üzerine kurulmuş bir sistem olmasıdır. Sermayedar için kâr etmek en önemli parametredir. Bunun dışındaki en önemli diğer sorun, sermayedarın nasıl kâr edeceğidir. İşçiler üzerinden oluşan artı değere, hakları olmamasına rağmen el koyarak kâr ederler. Durum yalnızca bundan mı ibarettir? Elbette hayır . Hastaneler, okullar, toplu taşıma gibi birçok alan da sermayedarlara sunulan kâr alanları arasındadır. Bu düzeni yıkmadan, düzen içerisinde restorasyon yapmak bize bir çözüm yolu sunmuyor. İstediğimiz memlekete giden yol; bu düzeni yıkmaktan, değiştirmekten geçmektedir.  Sadece bu düzeni yıkmak ve dönüştürmek sonucunda istediğimiz memlekete ulaşabilmemiz mümkündür.

Ne yapmalıyız?

Gençlere ve emekçilere sunulan seçenekler bellidir. Sermayenin ve onun işbirlikçileri tarafından belirlenen ittifaklar bize bir çıkış yolu olarak sunulmaya devam ediyor. Halbuki siyaset gündelik hayatımızın ta kendisidir. Sabah işe gittiğimiz saatten otobüse bindiğimiz saate kadar… Siyaset yine de sandıklara sıkıştırılmak isteniyor bu sebeple siyaseti oy vermek olarak kodlamak anlamsızdır, onlara karşı mücadele verilmelidir. Laiklik mücadelesi öne çıkarılmalıdır.Kadınlar üzerinde kurulmaya çalışan gerici tahakkümü, tarikat ve cemaatlere sağlanan imkanların ve bu yurtlarda baskıya uğrayan arkadaşlarımızın hayattan kopartılmasının önüne geçebilmek için laiklik demekten korkmamalıyız. Siyaseti kimliklerin üzerine kuranların karşısına sınıf siyaseti ile çıkmalıyız.

Bunları tek başına yapmanın mümkün olmadığının farkında olmalıyız. İnsanların birbirine ihtiyacı olduğunu bilmek, kurtuluşun tek başına olamayacağı, aksine toplumsal kurtuluş olmadan kimsenin istediği düzende yaşayamayacağını görmek ve anlatmak gerekmektedir. Düzenin tüm alanlarda örgütlü olduğunun farkında olup mücadelemizi örgütlü bir şekilde vermeliyiz.

Örgütlü bir mücadele elbette ki istediği sonuca varacaktır. Yaşamak istediğimiz memlekete giden yolda düzen yolumuza engeller çıkarmaya devam edecektir. Bu engelleri aşmanın yolu, birlikte olmaktan örgütlü mücadeleden geçmektedir.  Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!