Beyin göçü ve Erich Frank
Frank’ın Türkiye’ye gelişinin bu ülkeye çok yararı olduğu tartışılmaz. Ancak şu noktayı da akıldan çıkartmamak gerekir: ülkesinden ayrılan her bilim insanı, buna mecbur bırakılmış olsa da o ülkeden bir şeyler eksiltmektedir.
Türkiye’nin beyin göçü sorunu sürüyor. Geçenlerde şöyle bir haber okudum: “Chicago Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, ‘Türkiye bir beyin göçü paradoksu yaşıyor’ dedi. ‘En verimli akademisyenler yurtdışına gidiyor, verimi arttıkça akademisyen Türkiye’ye dönmek istemiyor. Buna da beyin göçü paradoksu deniliyor’…Türkiye’den giden 12 bin akademisyenin bugün yurtdışında bilim ürettiğini belirten Prof. Akçiğit’in araştırması, geri dönenlerin veriminin ise yüzde 10 düştüğünü ortaya koydu.” (1) Aslına bakarsanız, beyin göçü her dönem Türkiye’nin bir sorunuydu ama elbette AKP ile her şeyde olduğu gibi bu sorun da arttı, Cumhuriyet döneminin en üst düzeyine çıktı.
‘Türkiye’nin hep böyle bir sorunu vardı’ dedim ama elbette Cumhuriyetin ilk yıllarını bunun dışında tutmak gerekiyor çünkü 1933 yılından başlayarak bir süre Türkiye bilim insanı göçü alan, hatta ABD’den sonra dünyada en çok beyin göçü alan ikinci ülkeydi. Gerçekten de Nazi Almanya’sından ayrılmak zorunda kalan çok sayıda bilimcinin, gerektiğinde toplama kampından çıkartılarak, (2) Türkiye’ye gelmeleri sağlanmıştı.
Bir süre önce öğretim üyesi bir arkadaşımla bunları konuşurken, “iyi ama o dönemde Türkiye’ye hiç önemli bilim insanı gelmemişti ki” dediğinde aslında çok şaşırmadım, daha önce benzer söylemlerle karşılaşmıştım çünkü. Yine de aklıma da takılmadı değil. Bundan önceki yazılarımda 1933’de gelenlerin bir kısmından; örneğin Kantorowicz’den, Koswigg’den, Von Hippel’den ve daha pek çok önemli bilimciden söz ettiğimi biliyorum ama görünen o ki fazlası gerekiyor. Elbette yazılarımın sınırlı bir kesime ulaştığının farkında olsam da ne yapayım, benim de elimden gelen bu. O zaman devam:
Ord. Prof. Dr. Alfred Erich Frank, 1884 doğumlu Musevi asıllı Alman hekim. İç hastalıkları uzmanı. Öyküsü diğer arkadaşlarına benzer; başarılı bir hekimlik, eğitmenlik ve araştırmacılık geçmişine karşın etnik kökeni nedeniyle yapılan baskılar çalışma koşullarını ortadan kaldırır ve davet edildiği Türkiye’ye gelir. Savaş sonrası sadece Almanya’dan değil, dünyanın pek çok ülkesinden cazip teklifler almasına karşın hiçbirini kabul etmez ve yaşamının sonuna dek (1957) Türkiye’de kalır.
Frank’ın tıp bilimine katkıları saymakla bitmez derken emin olun hiç abartmıyorum. İlk oral anti diyabetik ilacın keşfi, esansiyel hipertansiyon hastalığının, Diabetes İnsipidus’un (Dİ), esansiyel trombositopeninin tanımlanması dediğimde, sağlıkçı olmayanlar için fazla bir şey ifade etmese de sadece bu dört başlığın çıkartılmasının bile tıp biliminde ciddi bir boşluk oluşturacağını söylemeliyim. Burada bilime olan katkı sadece hastalıkların tanımlanması değildir; önemli olan mekanizmanın aydınlatılmasıdır ve Erich Frank bunu da yapmıştır. Örneğin, Dİ’da böbrek hastalığı olmadan fazla miktarda idrar çıkışı söz konusudur. Frank’ın, bu durumun beynin alt kısmında bulunan hipofiz bezi hasarından olduğunu ortaya koyması, idrar çıkışını kontrol eden bir maddenin buradan salgılandığını göstermiştir. Bu bilgi, Dİ’dan öte, insan fizyolojisiyle ilgili çok önemli bir gelişmedir. Bu sadece bir örnekti, benzer şeyleri diğer katkıları için de söylemek olası.
Bunların dışında araştırma geleneğinin yerleşmesinde de önemli katkıları olmuştur. Türkiye’de kliniğe araştırmayı onun soktuğu bilinen bir gerçektir. Klinik araştırmalarda deneysel tıp anlayışı da onunla başlamıştır. Prof. Dr. Orhan Ulutin, çalışmalarında hayvan deneylerine yer verdiğini ve ilk kemik iliği kültürlerini yaptığını söylemekte, ayrıca genel dahiliye içinde kardiyoloji, hematoloji, şeker hastalığı, metabolizma, nefroloji gibi değişik konularda araştırma gruplarının yine onun zamanında oluştuğunu belirtmektedir. (3)
Laboratuvar çalışmalarına da gerek yenilik gerekse uygulama anlamında ciddi katkılarda bulunmuştur. “Bir damla kanda pek çok maddenin tayininin yapılabileceğini de gösteren Frank’tır. Glukoz tayini, şeker yükleme testleri bunların arasındadır. Yine kalp kateterizasyonunun klinikte rutin bir yöntem haline gelmesini sağlayan Frank Hoca’ydı.” (3)
Bu yazıyı hazırlarken döneminin Nobel tıp ve fizyoloji ödüllerine baktım. Emin olun, ödülü Erich Frank alsaydı veya paylaşsaydı hiç garip kaçmazdı. Zaten Frank’ın öğrencilerinden Prof. Dr. Muzaffer Aksoy’un bilime katkılarından daha önce söz etmiştim. (4) Onun da öğrencilerinden birisi olan Aziz Sancar, Nobel konuşmasında hocasına teşekkür etmişti. Bu iş bir gelenek sorunudur.
Frank’ın Türkiye’ye gelişinin bu ülkeye çok yararı olduğu tartışılmaz. Ancak şu noktayı da akıldan çıkartmamak gerekir: ülkesinden ayrılan her bilim insanı, buna mecbur bırakılmış olsa da o ülkeden bir şeyler eksiltmektedir. Ne diyeyim, en güzeli hiçbir beynin göçmek zorunda kalmadığı, ürettiklerini diğerleriyle paylaşabildiği bir dünya. Çok abartılı bir istek olmadı sanırım.
(1)https://www.dunya.com/ekonomi/12-bin-akademisyen-turkiyeyi-terk-etti-haberi-691182
(2) http://haber.sol.org.tr/blog/bilimin-izleri/izge-gunal/alfred-kantorowicz-112635
(3)Ulutin ON. Ord. Prof. Dr. Erich Frank’ın Dünya Tıbbındaki Yeri ve Türk Tıbbına Katkıları. Nobel Tıp Kitabevi, 2003.
(4)https://gazetemanifesto.com/2022/1-mayista-bilimciler-490317/