Bilimde ırkçılığın kaynağı: Yunan Mucizesi

Yapılan temel hata, bilimin esas itici gücü olan toplumsal yapıdan ve üretim ilişkilerinden ayrı olarak ele alınmasıdır. Marks’ın dediği gibi, insanlık önüne çözebileceği sorunları koyar.

Sanırım ırkçılık kadar bahtsız bir ideoloji hiç olmamıştır. Düşünsenize bilimsel gelişmeler ırk diye bir kavramın olmadığını göstererek işin kökünü çürüttü. Demek istediğim, yanlış olsa da pek çok ideolojinin kökenine bir söz söylenemiyor. Örneğin milliyetçilik, ne denli çağdışı olursa olsun ortada reddedilemeyecek milliyet diye sosyolojik bir kavram var. Ama ırk meselesi böyle değil, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren biyoloji, antropoloji ve genetik bilimindeki gelişmeler net bir biçimde ırk diye bir kategorinin olmadığını göstermiş durumda. Genetik şirketlerine parasını ödediğinizde size kökeninizi tam olarak verebiliyor. İlginçtir, bu testleri yaptıran istisnasız herkeste Avrupalılık, Afrikalılık ve Asyalılık bulunduğu görülmüş. Kısacası insan genetik olarak tek bir tür ve ten rengi de burun şekli gibi sıradan bir ayrıntı.

Açıkçası ırkçılık boşuna ortaya atılmış bir kavram değil. Bu görüşe dayanarak koskoca bir sömürge sistemi kurulmuş ve bu sistem uzunca bir süre dünyanın başat olmasa da önemli ekonomik sistemi olarak kullanılmış. Öyle ki, 1823 baskısı Encyclopaedia Britannica’da ‘negro’ sözcüğü şöyle tanımlanıyormuş: “Bu talihsiz ırk, ahlaki bozuklukların adresi gibidir: Tembellik, ihanet, kindarlık, acımasızlık, arsızlık, hırsızlık, yalancılık, saygısızlık, sefahate düşkünlük gibi… Merhamet duygusundan habersizdirler ve insan ruhunun kendi haline bırakıldığında ne kadar yozlaşabileceğinin en tipik örneğidirler. (1) Açık sömürgecilik sonrasında da ırkçılık sürmüş ve yirminci yüzyılda Afro-Amerikalılar üzerinde ölümcül deneyler gerçekleştirildiğini biliyoruz. (2) Günümüzde bile insanlar arasındaki eşitsizliğin ‘olağan’ olduğunu olağanlaştırmak için kullanılabilmektedir.

Elbette böyle etkin ve kullanışlı bir söylem için bilimsel destek de gerekiyordu. Özellikle 19. yüzyıl boyunca kraniyometri denilen bir yöntemle kafatasında sayısız ölçüm yapılıp, bunların ten rengi ve zekâ ile bağlantısı araştırıldıysa da doğal olarak hiçbir sonuca ulaşılamadı. Amerikalı Doktor Samuel Morton’un beyazlarda kafatasının, dolayısıyla beynin daha büyük olduğu, bunun da daha gelişmiş bir entelektüaliteye işaret ettiği savının da yanlışlığı hemen gösterildi. Peki o zaman ırkçılık gibi bir ideoloji nasıl taraftar bulabildi, kitleler nasıl ikna edildi?

İşte bu noktada ‘Yunan Mucizesi’ devreye girmektedir. Rus asıllı Fransız filozof Alexander Koyre’nin sözleriyle, “Evreninin sonsuzluğu fikri her şey gibi, neredeyse her şey gibi, kuşkusuz Yunanlılarla başlamıştır. (3)  Yunan bilimine temel teşkil eden Mezopotamya, Mısır ve Afrika’yı görmeyen bu bakış açısına göre öncesi yoktur (veya önemsizdir) ve her şey Eski Yunan’la başlamıştır. Hiçbir tutar yanı olmayan bu görüş ilginç biçimde çok uzun yıllar bilim dünyasını etkilemiş hatta belirlemiştir. Bu etkinin bugün bile tam olarak silindiği söylenemez. Her şeyin birdenbire ortaya çıkmasının çok saçma olması bir yana, zaman zaman asla reddedilemeyecek Afro-Asyatik katkılar karşısında ise ‘yanık ten’ teorisi ortaya atılıp, ‘aslında bu buluşları yapanların da beyaz olduğu, ancak yaşadıkları koşullarda tenlerinin renk değiştirdiği’ gibi son derece komik açıklamalara bile girişilmiştir.

Sanırım konuya şöyle bakmakta yarar var: “Yapılan temel hata, bilimin esas itici gücü olan toplumsal yapıdan ve üretim ilişkilerinden ayrı olarak ele alınmasıdır. Marks’ın dediği gibi, insanlık önüne çözebileceği sorunları koyar. Bu saptama bilim için de geçerlidir ve net bir ifadeyle, bilim üretici güçlerin gelişmesi için vardır diyebiliriz. Doğrudan üretime yönelik olmayan bilim dalları da gerekli paradigma için bakış açısını oluşturma ve değiştirme işlevini üstlenir. ‘Newton’un başarısı bilimsel bir dehanın ya da bilimin iç mantığının ürünü değil, daha çok iktisadi ve toplumsal koşulların ürünüdür’ diyen Hessen de aynı gerçeği vurgulamaktadır.

Bu durumda, şöyle bir dönemlemenin daha doğru olacağı söylenebilir: İlkel komünal toplum ve ilk devlet döneminin temel özelliği ampirik bilgi toplamaydı ve Mezopotamya ile erken dönem Mısır uygarlıkları buna örnek olarak verilebilir. İkinci dönem, evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerin kurulması dönemidir ve köleci topluma denk gelir. İş yapmak, bu arada deney yapmak ikinci sınıf bir uğraş olarak görülürdü. Eski Yunan, bu dönemin en tipik örneğidir.

Özünde feodal topluma denk düşen Orta Çağ’da temel ilerleme alet yapma ve doğayı kullanma yönündeydi. Rüzgârın kullanımı, toprağın işlenmesi, hasat zamanlarının hesaplanması, vergi toplanması gibi gereksinimlerin varlığı bilimin gelişmesini bu yöne çevirmişti.” (4) Söylemeye gerek yok, günümüzde ise kapitalizmi ve bilimini izliyoruz.

Evet, ortada bir mucize yoktur ve tarih olağan akışında sürmüştür. Eski Yunan bilimi, başlangıç değildir ama önemli bir düşünsel sıçramaya denk gelir. Buradan bir ırkçılık çıkartmaya çalışmak boşunadır. Abartmadan ve küçümsemeden bakmak, yani tarihi materyalist bakış, ırkçılığa karşı da en etkin mücadele yoludur.

(1)https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/irkcilik-bilim-reddediyor-ama-toplum-372936

(2) https://gazetemanifesto.com/2022/insan-deneyleri-503346

(3) Clifford D. Conner. Halkın Bilim Tarihi. TÜBİTAK, 3. baskı, Çev.: ZÇ Kanburoğlu. 2013.

(4)https://haber.sol.org.tr/blog/bilimin-izleri/izge-gunal/bilim-tarihinde-islam-doneminden-soz-edilebilir-mi-158901