Elimizin tersi ile itmek
Tüm yaşananlara rağmen, ülkemizde “her şeye rağmen” siyasi iktidar tarafından kapsanamayan on milyonlarca yurttaş bulunmaktadır. Büyük ağırlığı “sol” ve “cumhuriyetçi” reflekslerle hareket eden bu toplamın örgütlü bir şekilde hareket edebilmesi gerekmektedir.
İktidarın siyasi ve toplumsal kuşatması her geçen gün daha da ağırlaşıyor.
Laiklik Meclisi’nin aylık ihlal raporları yetişemiyor.
Herkes kaygılı ve soruyor: “Bu ülkeye ‘şeriat’ gelir mi?”
Bir dizi toplantıda da ifade etmeye çalıştım. Bu sorunun yanlış bir soru olduğunu düşünüyorum.
Bu soruya benim cevabım “ya geldi ise” olacaktır.
Israrla ülkemizin İran’a, Afganistan’a ya da başka “din temelli” bir devlete benzeyeceği düşünülmekte, bundan kaygılanılmaktadır. Oysa, içinde yaşadığımız ve hep beraber gözlemlediğimiz üzere ülkenin siyasal ve toplumsal yapısı zaten baştan sona dönüştürülmüş durumda. Ülkemizde artık din temelli bir işleyiş yürürlüktedir.
Kabul etmemiz gerekiyor; ülkemizde artık AKP eli ile hayata geçirilmiş yeni bir rejim var. Bu rejimin merkezine de “dinselleşme” yerleştirildi. Şu anki rejim 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmalarının yerine inşa edilmiş durumda. 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden, aydınlanmacı, bağımsızlıkçı kimliğinden tamamen ayrı bir hatta yeni bir “cumhuriyet” kurumsallaştırıldı.
Buna itiraz edebilir, “Cumhuriyet yıkılmadı” diyebilirsiniz. Bu yöndeki yaklaşımlara özel olarak bir itirazım yok. Ancak, 1923 Cumhuriyetinin tasfiye edildiği yönündeki tespitin yapılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü, değerlendirmeleriniz sizin duruşunuzu, mücadele biçiminiz ile araçlarınızı ve örgütlenme yapınızı da belirleyecektir. Gelişmeleri, yaşanan süreci, siyasi yapıyı yok sayarak (ya da önemsizleştirerek) yapılan değerlendirmeler her seferinde duvara çarpmaktadır. Kabul etmek gerekiyor ki, sürekli olarak Cumhuriyetin yıkılmadığının tekrarlanması bir rahatlık sağlamaktadır. İşte buna itirazımız vardır. Bu yaklaşımın sahiplerinin düşünmesi gereken de budur.
Evet, bugün geldiğimiz noktada dinselleşme büyük ölçüde kurumsallaştırıldı. Kurumsallaşma “fiilen” sağlanmış durumda. Doğru, bu başlıkta iktidara ve yandaşlarına göre hala eksiklikler var ve bu yönde adımlar da atılmalı. Ama, eksikliklerin de süreç içerisinde tamamlanması hedeflenmektedir. Yoksa, “önce bunları tamamlayalım” şeklinde bir yaklaşıma sahip değiller.
İşte, bu nedenlerle, Afganistan ile, İran ile ya da başka bir din temelli devlet ile birebir benzer bir işleyiş ve yapı arayan, gör(e)meyince de “rahatlayan” yaklaşımlar niyetlerinden bağımsız olarak ortamı yalnızca siyasi iktidara yarayacak şekilde flu hale getirmektedirler. Buna dikkat!
Ortamı flu hale getiren ikinci bir yaklaşım ise anayasanın ilk dört maddesine ilişkin yürütülen tartışmalarda kendisini göstermekte. Kuşkusuz ilk dört madde oldukça önemli. Kesinlikle bunun aksi bir hususu ifade etmiyorum. Ancak gözden kaçan, siyasi iktidarın tartışmayı Hüda Par vb. yapılar üzerinden bu noktaya çekerek, anayasa da yapmayı hedefledikleri esas değişiklikleri kendilerince önemsizleştirmeye çalıştıklarıdır. Ya da ölümü gösterip sıtmaya razı etmek diyelim. Ama aslında sonuç her durumda ölüm hali!
Üçüncü bir tartışma ise Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Başkanvekili Mehmet Uçum tarafından geçtiğimiz günlerde köşeleri belirli hale getirilen, Erdoğan’ın tekrar aday olabileceği iddiası. Uçum 2017’de yapılan anayasa değişikliğinin, seçimlerin yenilenmesi, yani 2028’den önce seçim kararı alınması durumunda Erdoğan’a bir kez daha ‘istisnai’ adaylık yolunu mümkün kıldığına dair açıklamalarıyla gündemde. Ve muhalefette bu tartışmanın parçası haline gelmekte. Oysa, bu tartışma da esasen ortamı flu hale getirmektedir.
İsterseniz, bir tarafında siyasi iktidar olan, daha doğrusu siyasi iktidar tarafından yönetilen, yönlendirilen bu tartışma başlıklarını çoğaltabilirsiniz. Benim aklıma hemen ilk elden bu üçü geldi.
Peki, özellikle ortamın flu bir hale gelmesinden/getirilmesinden bahsediyorsak, bu tartışmaları ne yapacağız? Bu tartışmalarda nasıl bir tutum alacağız?
Aslında yanıt oldukça sade: Elimizin tersi ile iteceğiz.
Peki, neden?
Gerçekten, bu tartışmalar önemsiz mi?
Değil tabii. Ancak bir bütünün içine yerleştirilmemekteler. Bu nedenle de muhalefet yanlış sorulara cevaplar aramaktadır. Bunun yanında, siyasi iktidar yukarıda ifade ettiğim fiili “kurumsallaşma” aşaması sonrasında, şimdi esasen rejimin ve ana öğesi olarak da dinselleşmenin “hukuksallaşması” hedefi ile hareket etmekte. Esasen bunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Var olan hukuk zemininin dışına çıkan ve buraya geri dönmeyi düşünmeyen siyasi iktidar yeni bir hukuk zemini yaratmaya çalışmaktadır.
Anayasal değişiklikle hedefledikleri örneğin “ailenin korunması” olarak ifade edilen düzenlemeler, örneğin başörtüsüne anayasal koruma ya da bunların “teminatı” olarak anayasal düzenlemeler ile bir kez daha yargıya müdahale niyetleri ve benzeri bir dizi düzenleme önerisi de zaten bu durumu açıkça göstermektedir. Fiilen kurumsallaştırılan yapı hukuki bir zemine oturtulmaya çalışılmaktadır.
İşte, anayasa tartışmalarına tam da buradan yaklaşmak gerekiyor diye düşünüyorum. 20 yıllık iktidarları döneminde pek çok tekil düzenleme yapmış olmalarına rağmen, bu düzenlemeler yeterli olamamaktadır. Tüm bu sürecin baştan sona yeniden yazılmış bir Anayasayla sonlandırılmasına ihtiyaç bulunmakta.
Çünkü siyasi iktidarın, AKP iktidarının meşruiyete ihtiyacı bulunmaktadır. Rejimin meşruiyete ihtiyacı bulunmaktadır!
Yeni anayasa siyasi iktidar için bu nedenle oldukça önemli. Bir anlamı ile işlerini bitirmiş olacaklar. Yalnızca bu nedenle dahi, bu ülkenin ilericileri anayasa tartışmasının kıyısından dahi geçmemeli, tartışmaları ellerinin tersi ile itmeleri gerekmektedir. Değil “yeni” bir Anayasa’yı, bunun tartışılmasını dahi meşrulaştıracak yaklaşımlar bu nedenle baştan sona yanlış olacaktır. Eğer sürecin parçası olunursa, sonuçlarının da parçası olunacaktır. Niyetler ne olursa olsun…
Uçum, “Etkili olabilecek çeşitli seçenekleri değerlendiriyor. Yeni bir paradigma oluşturuyor devlet” diyor. Bunu bir röportajında, özelde Kürt sorununa ilişkin görüşlerini ifade ederken, ama genel bir bağlamda ifade ediyor.
O zaman sormalıyız: Peki bizler?
Bu ülkenin solcularının, ilericilerinin, cumhuriyetçilerinin seçenekleri yok mu? Siyasi iktidarın seçeneklerine mahkûm muyuz?
***
Anayasa tartışmaları ne zaman ortaya çıksa akla hemen birkaç husus geliyor. Ya da getirtiliyor. Solu cezbeden hususlar da diyebilirsiniz bunlara.
Birincisi 12 Eylül Anayasası yerine sivil anayasa söylemidir.
Ama, hatırlayın, yaşanan, 20 yılı aşan tüm bu süreç karşı cephe tarafından “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlandı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması oldu. Asker vesayetine son verilmesi ve “ileri” demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu! 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği sırasında da “12 Eylül ile hesaplaşma” argümanının arkasına sığınılmış, bu söylem, “yetmez ama evet”çilerin (YAE) ana sloganı olmuştu. 16 Nisan 2017 değişikliğinde de benzer şeyler söylendi. Şimdi, yeniden yeni bir anayasa tartışması içerisindeyiz ve bir kez daha “sivil” anayasa seslerini duymaya başladık!
Diğer bir husus merkeziyet/ademi merkeziyet tartışmasıdır. Sola hap olarak sunulan “doğru”lardan olan ademi merkeziyetçilik için deniyor ki; yerelleşme halkın yönetime katılımını sağlayacak bir modeldir, erk paylaşıldıkça kucaklayıcı, etkin ve demokratik olur. İşte, anayasa tartışmaları bu tezlerin savunucuları için bir fırsattır.
Yine, ademi merkeziyet başlığını da kapsayan, ama daha geniş bir çerçevede, Kürt sorununun çözümü için anayasa tartışmalarında yer alınmasını önemli/gerekli bulanlar da var. Dediğim gibi, bu kesimin tezlerinin bir kısmı ademi merkeziyetçilik yaklaşımı ile kesişse de başlıkları bundan ibaret değildir.
Bu yazıda, bahsettiğimiz her başlığı açmak mümkün değil. Yazının konusu da bunlar değil. Ancak, yerelleşmenin sadece merkezi idareden yerel yönetimlere yetki ve sorumluluk aktaran değil, esasen yetki ve sorumluluğu özel sektöre ve artık çoğunlukla onun bir aygıtına dönüşmüş olan “sivil topluma” aktaran bir sistem halinde çalışmakta olduğunu, hal böyle olunca da “murat edilen” katılımcılığın oldukça tartışmalı bir hale geldiğini ifade etmekle yetineyim. Yine, anayasa ile ilgili tüm tartışmaların içerisine yerleştirilen 1921 ile 1924 Anayasalarını birbirinden ve yine tarihsel bağlamından tamamen kopararak yapılan yorumların da eksikli ve bu anlamı ile hatalı olacağını bir not olarak ifade edeyim.
Tüm bu başlıklar için solu cezbeden başlıklar dedim. Oysa, tüm bu süreci de yalnızca sol durdurabilir. Çelişkili bir ifade mi? Bence hayır. Ama, sol ne yazık ki bu süreçlerde akıl bağımsızlığını bir bütün olarak koruyamamaktadır. Bunu da kabul etmemiz gerekiyor. Akıl bağımsızlığını koruyan bir sol ise tüm bu süreci durdurabilir.
Ve böylesi dönemlerde YAE’cilik mutlaka ortaya çıkmaktadır.
Şunu ifade etmek gerekiyor, YAE artık geçmişte kalan bir dönemin sloganından ibaret değildir. YAE uzun zamandır solun içinde “lobi” faaliyeti yürüten “politik” bir toplamdır artık. İçine girdikleri kabın şeklini kolayca alabildiklerinden dolayı da tehlikelidir.
Görünen o ki, güncel Anayasa tartışmaları üzerinden YAE faaliyetlerine soldan yenileri de katılacaktır. Konu anayasa olunca herkesin kendine göre de bir “gerekçesi” bulunmaktadır. Ya kendilerince orasını burasını “düzeltmek” için ya kendilerine “yer açmak” için. Ama öyle ama böyle…
Ama bunun bir parçası olma hevesi olan muhalefeti baştan uyarmakta gerekiyor: Bunun altında kalırsınız.
***
Flu hale getirilen ortamdan, hukuksallaşma aşamasından, solu cezbeden başlıklardan bahsettik.
Balık hafızalı ülkemizde hatırlayan kalmış mıdır, bilemiyorum. Hatırlayalım: 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan seçimler sonrasında AKP cenahı bir dönemin kapandığını dillendirmişti. Kastedilen “Gezi” parantezinin kapatılması idi. Sonrasında da esas parantezin yani “Cumhuriyet” parantezinin kapatılmasından bahsedilmişti. Ne Gezi ile ne Cumhuriyet ile hesaplaşmaları bitmedi. Ne yazık ki, çok yol aldılar. Devletin yeniden yapılandırıldığı, bütün kurum ve mekanizmalarının yeniden tarif edildiği bu süreçte önceki rejimden arta kalanlarda yapıya adapte edildi, uyum göstermemekte direnenlerse tasfiye edildiler.
Öyle uzun bir liste ki! Ancak çok uzaklara gitmeye gerek yok. Çok yakın tarihi hatırlayalım ve muhalefete soralım:
Ne oldu parlamenter rejime geri dönüş?
Ne oldu Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmamasına izin vermeme?
Ne oldu Can Atalay’ın dışarı çıkarılması, Mecliste yerini alması?
Ve izninizle, sabrınızı zorlayarak, sürekli sorulan bir soruyu daha hatırlatmak istiyorum: Kendi rejimini kalıcı hale getirme uğraşı içerisinde olan AKP, iktidarı bırakır mı?
Bunun da yanlış bir soru olduğunu ve ortamı flu hale getirdiğini düşünüyorum. Çünkü siyasi iktidarın hedefi esasen hiç gitmemek değil, böylesi bir olasılığın gündeme dahi gelmemesi için kendince her türlü önlemi almaktır. Tüm çabası da bu yöndedir. Aslında, yalnızca seçim yasalarına yapılan müdahalelere bakmak bile yeterli.
Bu nedenlerle, hukuki “teknik” tartışmaları değerli buluyorum, ancak sonuç alıcı bulamıyorum.
Asla unutulmamalıdır, bugünlere hukuksuzluk demenin çok eksikli kalacağı bir kuralsızlık hali ile gelinmiştir. Var olan durumu “hukuksuzluk” değil, “kuralsızlık” tanımlaması ifade etmektedir. Ancak bu durum hep sürdürülebilir değildir.
İşte bu nedenle de ilanihaye “kuralsızlık” içinde yaşanamayacağından, bu durum sürdürülemeyeceğinden dolayı dinselleşmenin kurumsallaşmasında alınan yol sonrası, hukuksallaşması hedefi ile hareket edilmektedir.
Eğer bu tartışmaların hedefi rejimin kendisini meşrulaştıracak bir hukuksallaştırma çabası ise, tekrar olacak, değil “yeni” bir Anayasa’yı, bunun tartışılmasını dahi meşrulaştıracak yaklaşımlar baştan sona yanlıştır. Ülkemizde bir kez daha 2010 ve 2017 yıllarının yaşanılmasına izin verilemez. Buradan ne “sivil”, “demokratik” bir anayasa çıkar ne de Kürt sorununun çözümü.
Tam bu aşamada bir soru daha ortaya çıkmaktadır: İyi ama, ne yapacağız?
İşte, gerçek sorunun bu olduğunu düşünüyorum.
Evet, ülkemizde kamuculuktan, aydınlanmadan, bağımsızlıktan eser kalmamıştır. Ancak bu değerler topraklarımıza kök salmıştır ve sökülemezler.
Tüm yaşananlara rağmen, ülkemizde “her şeye rağmen” siyasi iktidar tarafından kapsanamayan on milyonlarca yurttaş bulunmaktadır. Büyük ağırlığı “sol” ve “cumhuriyetçi” reflekslerle hareket eden bu toplamın örgütlü bir şekilde hareket edebilmesi gerekmektedir. Bu toplamın tahkim edilmesi gerekmektedir. Elimizde sihirli bir değnek yoktur ve başka bir çözüm de bulunmamaktadır. Yanı başımızda Suriye’de ki gelişmeler hızla yol alırken bu durum daha da acil bir hale gelmiştir.
Evet, bu ülkenin ilericileri anayasa tartışmasının kıyısından bile geçmemelidir. Çizgi tam olarak buraya çekilmelidir. Yalnız, bu söylediğimizin bir hareketsizlik/eylemsizlik hali olduğu asla düşünülmemelidir. Sol kesinlikle bu sürecin dışında kalmamalıdır. Tartışmaların parçası olmamak, esasen bu yazıda anlatmaya çalıştığımız hali, anayasa tartışmalarının parçası olmamayı örgütlemeyi ve bu gündemi ülke siyasetin dışına atmayı gerektirir. Bu ise tam anlamı ile bir eylemlilik halidir. Solun duruşu ve üretimi bu başlıkta da bu nedenle oldukça önem kazanmaktadır.
Bu yaklaşım aynı zamanda ortaklaşmayı sağlıklı bir zemine taşıma potansiyeline sahip olup, birlikte mücadelenin yönünü de göstermektedir.
Ne yapacağız sorusunun yanıtı bellidir: Ör-güt-le-ne-ce-ğiz!
Bulunduğumuz her yerde…