Faşizm tartışmaları - 2

Ekim İsmi yazdı: Faşizm tartışmaları - 2

Faşizm tartışmalarıyla ilgili ilk yazının sonunda sınıf mücadelelerine işaret etmiş ve faşizm-sınıf mücadeleleri ilişkisini bu yazıya bırakmıştık. Sınıf mücadelelerinin faşizm tartışmalarındaki temel fonksiyonu, eksenin kaymaya çok müsait olduğu bu tartışmada, yöntemi oluşturan doğru araç oluşudur.

Marksizm, tarihi sınıflar arasındaki mücadeleyle açıklarken modern çağın sınıflarını da burjuvazi ve proletarya olarak tanımlar. Kapitalist üretim ilişkilerinin dünyada egemen olmaya başladığı andan itibaren bu ilişkileri yok edecek güçler de doğmaya başlamıştır ve sosyalizm bu yeni doğan gücün iktidarıdır. Faşizm tartışmasında eksen kaydıran noktalardan biri kapitalizm ve sosyalizm dışında bir üçüncü yol veya düzen tarifi yapılmasıdır. 20. yüzyılın siyasal atmosferi ve iki kutuplu dünyası böylesi bir tarif yapılabilmesi için gerekçeler sunmuş ve deneyimler ortaya çıkarmıştır. Üçüncü yolcu arayışlar iki kutup arasındaki dengelere otururken, faşizm anti-komünist karakterini öne çıkarmıştır. Ekseni kaydıran nokta faşizmin kapitalizmden ayrı değerlendirilmeye başlanması, faşizmin kalıcılığını veri alan stratejilerin öne çıkması olmuştur.

Eksen kaydıran bir diğer noktaysa dünya, ülke ve toplum çözümlemelerindeki üç temel düzlemden siyasi ve ideolojik düzlemin faşizm tartışmalarında baskın olması, ekonomik düzleminse daha geride kalması ya da gözardı edilmesidir. Faşizm örneklerinde yoğun bir siyasal propaganda görülür ve egemen ideolojinin en güçlü motifleri kitleleri şekillendirmek için kullanılır. Ekonomik yapıysa daha çok güçlü devlet imgesinin gölgesi altındadır.

Bu durum farklı bir şekilde de okunabilir: Faşizm koşullarındaki siyasal ve ideolojik ögeler, kapitalizmin olağan dönemlerinde öne çıkmayacak başlıkları esas alarak, olağan burjuva düzeninin dışında ve olağan burjuva düzenine alternatif bir görüntü yaratabilir. Aynı görüntüyü, siyasal ve ideolojik alanlardaki şiddete eşdeğer olarak, ekonomik alanda yaratmaksa mümkün değildir.

Sınıf mücadeleleri işte bu kaygan zemini ortadan kaldırmak için devreye girmeli, sınıfsal bakışı mahkum kılan sapmaları engellemelidir. Nitekim, faşizm tartışmaları burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşı esas alınarak değerlendirildiğinde daha net ve somut bir forma bürünmekte, sağlıklı analizler yapılabilmektedir. Örneğin, faşizmin kapitalizmin tekelci çağına özgü olduğu ve devlet yapısındaki bir değişimi ifade ettiği, Clara Zetkin’in ünlü tarifiyle “devrimini gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeye mahkum ceza olduğu” ancak sınıf mücadeleleri ayracı kullanılarak bilince çıkarılabilir.

Tarihteki öne çıkan faşizm örneklerinin hepsindeki ortak özellik, öncesinde büyük sınıf kavgalarının yaşanmış olması ve burjuva düzeninin krizler yaşamasıdır. İtalya’da faşistlerin, Almanya’da Nazilerin yükselişi 1.Paylaşım Savaşı sonrasındaki siyasal ve ekonomik krizle birlikte olmuştur ve ülkelerindeki devrimci işçi hareketlerini ve komünistleri katlederek iktidara yürümüşlerdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasıysa, askeri diktatörlükler dışında, bir faşist devletten ya da faşizm düzeninden ziyade faşist hareketlerin etkinliklerinden bahsetmek daha doğru olacaktır. Burjuvazi meşruiyetini kaybetmemek ve kendisinin toplumun tümünün çıkarlarını temsil ettiğini empoze etmek için çabalar. Bu açıdan İkinci Savaş sonrası faşizmin bir ülke ölçeğinde iktidara gelmesi istenmemiş, ama faşist hareketlerin burjuvaziye sunduğu sınırsız hizmetler de gözardı edilmemiştir. NATO eliyle kurulan yapı ve tekil ülkelerdeki karşı-devrimci çete örgütlenmeleri hem soğuk savaş döneminin hem de 1970’li yıllardaki krizlerin yarattığı toplumsal kargaşanın militer yapılarına dönüşmüştür. Faşist hareketlerin bu dönemlerdeki sicili, yukarıda da bahsettiğimiz, eksen kaymasını yaratan nedenlerdendir. Baskıcı yönetimler, kollanan faşist örgütlenmeler, askeri yöntemlerin düzen muhaliflerine karşı ölçüsüz kullanımı gibi başlıklar herhangi bir kapitalist ülkedeki düzenin faşizm olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Oysa ki tüm bu uygulamalar herhangi bir kapitalist ülkenin, ihtiyaç duyduğunda, başvurmaktan çekinmeyeceği uygulamalardır.

Çözümleme aracımız sınıf mücadeleleridir ve faşizm iktidarı alamayan proletaryanın cezasıdır, proletaryanın yenilgisinin düzenidir. İkinci Savaş sonrası dönemde faşizmin nosyonu, daha önceki dönemden farklı olarak, iktidarı alamayan işçi sınıfını ezmek ve burjuvazi için yeni bir birikim süreci yaratmak değil, işçi sınıfını iktidarın mümkün olduğunca uzağında tutmak olmuştur.

Buradan ülkemizle ilgili değerlendirmelere geçebiliriz.

Ülkemizdeki faşizm tartışmalarının ilginçliğiyle başlayabiliriz sanırım. Politik skalada durduğu yere bağlı olarak 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü faşizm olarak değerlendirenler var. 1990’lı yıllarda Türkiye’de faşist diktatörlük olduğunu, hatta Osmanlı’nın faşist bir imparatorluk olduğunu söyleyenler de var. Anlaşılan o ki, faşizm kuramsal ve politik bir anlamın dışında, istenilmeyen her türlü durumu tarif etmek için kullanılabiliyor. Darbe dönemlerindeki baskıcı ortamlar ve yapılan uygulamalar faşizmin göstergesi sayılıyor. 80 sonrası Kürt sorununun askeri metotlarla zorlanan çözümü faşizm tesbiti için büyük bir örnek olarak gösteriliyor. Tüm bunların hassas noktasıysa mücadelenin asıl muhatabının, sermaye sınıfının, aradan sıyrılıp, düzen karşıtlarını faşist hareketle karşı karşıya bırakmasıdır. Bunun siyasal stratejiye tercümesiyse anti-faşist mücadelenin başa yazılmasıdır. Benzer durum günümüzde de geçerlidir ve strateji saray rejimine karşı mücadele üzerine kurulmuştur. Bunun bir yanılgı olduğunu belirtmeliyiz.

Bugün bakacağımız yer ülkemizdeki düzenin uygulamaları ya da 2.Cumhuriyet’in yerleşme çabaları değil, burjuva düzeni tehdit eden bir sınıf hareketinin olup olmadığıdır. Baktığımızda gördüğümüz tablo tuhaftır. Ortada büyük bir sınıf hareketi yoktur, grevler, direnişler, işgaller yoktur; ama bunlara rağmen yükselen ve örgütlenen faşizan uygulamalar vardır. Bu durum bir anomalidir ve sonuçları açısından nereye evrileceğinin öngörülmesi zordur. 1990’lı yıllarda da ülkemizde güçlü bir sınıf hareketi yoktu, ama oldukça şişen ve güçlenen karşı-devrimci güçler vardı. Bu güçler ileriki yıllarda düzenin kriz dinamiklerinden birisi haline geldiler ve bir bakıma AKP iktidarının zeminini oluşturdular. Bugünkü durum bu açıdan farklı değil; AKP’nin uygulamaları ve başkanlık sevdası sınıf hareketinin güçlü bir şekilde varlığını hissettirmediği koşullarda düzenin karşı-devrimci/sağcı öbeğini aşırı derecede şişiriyor, etkin ve kitlesel hale getiriyor. Bu anomali, uluslararası ölçekteki gelişmelerle ve ekonomik krizle birlikte ele alındığında, burjuvazi açısından göze alınması mantıklı olmayan riskler barındırıyor ve kontrolsüz bir gidişi besliyor.

Ülkeye dair yapılan faşizm tespitleri ve bunlar üzerinden kurulan stratejiler bu noktada hata yapıyor. Çünkü, düzenin aşırı şişirdiği otoriter ve baskıcı yapının sınıf hareketine etkileri gözden kaçıyor, olası bir sınıfsal yükseliş için yığınak yapılmıyor, yanlış ittifaklar peşinde koşulurken sınıf hareketinin iktidara yönelmesi stratejisi en baştan çıkmaza giriyor.

Faşizm tartışmalarının bam teli de zaten burası: Düzenin baskıcı uygulamalarına karşı mücadeleyi başlı başına bir amaç mı, yoksa iktidar kavgasının bir parçası mı yapacağız?