Her üretim tarzı, kendi mekânını üretir

“Her üretim tarzı, kendi mekânını üretir.”[1] Yirminci yüzyılın en önemli ve üretken Marksist düşünürlerinden HenriLefebvre bu çıkarımı yapıyordu “Mekânın Üretimi” adlı yapıtında. Üretim süreciyle birlikte ele alınan mekân; tarihi olan, alınıp satılabildiğinden değişim değeri olan, kiralanabildiğinden kullanım değeri olan, kapitalist üretim ilişkilerince belirlenen ve bununla birlikte onları da belirleyen bir üretim nesnesi olarak karşımızda duruyor.... View Article

Her üretim tarzı, kendi mekânını üretir

Her üretim tarzı, kendi mekânını üretir.”[1]

Yirminci yüzyılın en önemli ve üretken Marksist düşünürlerinden HenriLefebvre bu çıkarımı yapıyordu “Mekânın Üretimi” adlı yapıtında. Üretim süreciyle birlikte ele alınan mekân; tarihi olan, alınıp satılabildiğinden değişim değeri olan, kiralanabildiğinden kullanım değeri olan, kapitalist üretim ilişkilerince belirlenen ve bununla birlikte onları da belirleyen bir üretim nesnesi olarak karşımızda duruyor. Diğer bir değişle, mekân, bir meta olarak üretiliyor: Üretim süreci, işbölümü ve uzmanlaşma üzerine kurulu olan ve üreticisini yabancılaştıran mekânın, tanımsız ve uzamsal bir “boşluk (space)” olarak kavranmasının karşısına, tanımlı, nesnel, somut mekânı koymamız gerekiyor.

Bir çeşit yanılsama sonucunda, kendi başına bir anlam taşımadığı düşünülen “mekân” kavramını nitelemek için genellikle bir ön-ek kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekir. Sözgelimi; açık mekân, kapalı mekân, toplumsal mekân, somut mekân, soyut mekân… Örnekler çoğaltılabilir. “Mekân, iki nokta üstüste” gibi bir tanımlamaya girişecek değiliz ancak bu kadar önemsediğimiz bu kavramın ne olduğu kadar ne olmadığını da açmamız gerekiyor.

Le Corbusier: An Atlas of Modern Landscapes

Le Corbusier: An Atlas of Modern Landscapes

Birbirinden kopuk gibi görünen önceki yazılarımızın, parça-bütün ilişkisi bağlamında ve belirli bir amaçla yazıldığını belirterek devam edelim. Bir “yapı” olarak kavradığımız sosyalizmi inşa edeceksek eğer, yapıyı oluşturan bileşenlerin de tasarımını ve örgütlenmesini tamamlamamız gerekiyor. Soyut-somut ikiliğini “yapı” bağlamında ele aldığımızda ise düşünsel ve/veya soyut yapıları belirleyen “düşünce”ler ve “ilke”ler, somut yapılarda “mekân” ile karşılanıyor. Tam da burada Lefebvre, dilimizin ucundaki sözcükleri bir araya getiriyor ve tartışma zeminimizi ortaya koyuyor:

“Üretim tarzı, bazı toplumsal ilişkilerle birlikte, kendi mekânını (ve zamanını) örgütler – üretir. Üretim tarzı ancak bu şekilde gerçekleşir.”Bu önermeyi, oldukça nesnel bir soru takip ediyor: “(…) Peki ya ‘sosyalizm’ bir mekân yarattı mı? Yaratmadıysa, sosyalist üretim tarzı henüz somut olarak var olmadığındandır. Üretim tarzı bu ilişkiler üzerinde etkide bulunur. Toplumsal ilişkiler ile mekânsal (ya da mekânsal – zamansal) ilişkiler arasında, önceden benimsenmiş doğru bir denklik yoktur. Kapitalist üretim tarzının, günümüzde bütün gezegene yayılan kendi mekânsal kapsamını, esin gücüyle ya da zekâsıyla daha baştan “düzenlediğini” söyleyemeyiz! Öncelikle mevcut mekân kullanılır (…) örneğin suyolları, sonra karayolları, ardından demiryolları inşa edilir, otobanlarla ve havaalanlarıyla devam edilir.”[2]

Güncel durumun çözümlemesini yaparken tarihsel kesitler üzerinden ilerleyen Lefebvre, yöntemsel olarak güncelden geçmişe giderek değişen koşulları çözümlüyor. Ardından yeniden güncele dönüyor ve gelecekte ortaya çıkabilecek olanakları değerlendirmeye çalışıyor. Tam da bizim yaptığımız gibi: Güncel durum değerlendirmesi, günceli doğuran tarihsel koşullar ve gelecekte ortaya çıkabilecek olanaklar. Olanakların saptanması da beraberinde müdahale kanallarını bize gösteriyor. Bu müdahaleyi “mekân” kavramı üzerinden yapmanın yollarını aradığımızda ise oldukça somut araçlar kendini ortaya koyuyor. Kendimizi tekrar etmek pahasına da olsa, Marks’ın sözlerini anımsayalım: “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir”, “İnsanların bilinçlerini onların nesnel koşulları belirler”… Bunların yanına bir de “mekân” düşüncesini kavramsallaştıran Lefebvre’in“Her üretim tarzı kendi mekânını üretir” sözünü eklediğimizde, sosyalizmin kapısını açacak anahtar sözcükler ortaya çıkmaya başlıyor.“Yeniden üretmek” deniyor ya hani, sadeleştirerek yeniden üretelim.

Değişim, bilinç, nesnel koşul, üretim tarzı, mekân…

Bilinci belirleyen nesnel koşulların değiştirilmesi, üretim ilişkilerini değiştireceğinden dolayı; üretimin gerçekleştiği mekânlarınörgütlenmesini değiştirmek de üretim ilişkilerini ve bilinci değiştirecektir. Bütün bu süreç “üretim tarzı”nı değiştireceğinden sosyalist ilkelerle tasarlanmış mekânlar, “sosyalist üretim tarzı”nın biçimlenmesinde başat rol oynayacaktır.

Çok-parçalı, çok-bileşenli bir üretim olan yapı üretiminin nasıl yapıldığına daha önce değindiğimizden, yinelemeden devam edelim ve sosyalist ilkelerle mekânların nasıl tasarlanabileceğini, somut karşılıklarıyla düşünelim.

Üretim araçlarındaki özel mülkiyet kaldırılacağından, bütün bu araçlar; değişim ve kullanım üzerinden değer biçilebilen bütün emtia; toplum mülkiyetine geçecektir. Sömürü mekanizmalarını oluşturan bireyselcilik ve rekabetçilik sonlanacağından, toplumsal mülkiyet, somut karşılığını toplumsal mekânlarda bulacak, ikili bir deyişle de “Herkese ve hiç kimseye ait” üretim mekânları ortaya çıkacaktır. Örnek olarak, tarım arazilerinin ortak mülkiyetini, makineleşmeyi ve makine parklarını verebiliriz. Bir başka örnek olarak da, bireyi yalnızlaştıran ve rekabetçiliğe sürükleyen tekil mekânların karşısına kolektif üretime olanak sağlayan “açık ofis” mekânlarını, benzer biçimde kurgulanmış fabrikaları ve işlikleri düşünebiliriz.

Komünizmde şehirler bir bütün olarak, tıpkı büyük senfoniler gibi, tek bir sanatsal projeye göre kurulacaktır

Mekân örgütlenmesi, mevcut üretim ilişkilerini, mekânlarıyla birlikte, tam da Lefebvre’in öngördüğü biçimde, dönüştürmeye başlayacaktır. Mekânların dönüşümüyle başlayan süreç, nesnel koşulları değiştirecek olduğundan bilinç taşıyarak var olan mekânların yeniden-üretimiyle devam edecek ve sosyalist üretim tarzı, mekân bağlamında örgütlenmeye başlayacaktır. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla birlikte merkezi planlama, bütünü oluşturan her bir parçanın bütünsellik ve uyum içerisinde tasarlanmasını gerektirecektir.

Nâzım Hikmet’in mimarlığa merakı pek bilinmez ancak yeri geldiğinden söylemeden de olmaz. Nâzım Usta’nın, Sovyetler Birliği döneminde “Arhitektura SSSR” dergisinin 1960 yılı11’inci sayısında “Yazarın Mimarlık Üzerine Notları” alt başlığıyla yayımlanan yazısında söyledikleri hem kendi dönemi için hem de günümüz için oldukça geçerli görünüyor:

“Sosyalizm koşullarında çağdaş mimari nasıl gelişecek? Hayal ediyorum.” diye başlayan deyişlerinde Nâzım Hikmet şöyle devam ediyor: “Ben yazarım ve mesleğim gereği mimariyle aramda sıkı bir bağ var. İster müzik, ister resim, isterse de edebiyat olsun, her türlü sanat eserinin temelinde mimari düşünüş ve kompozisyon prensibi yatar. Ben komünistim ve kıvanç içinde mimarinin bütün güzelliği ve yararlılığıyla kendini sadece komünizmde ortaya koyabileceğini düşünüyorum, çünkü mimari her şeyden önce bir planlamadır, bir komplekstir. Komünizmde şehirler bir bütün olarak, tıpkı büyük senfoniler gibi, tek bir sanatsal projeye göre kurulacaktır.”[3]

O zaman hayal edelim ve üretmeye başlayalım!

***

[1]: “Mekânın Üretimi”; HenriLefebvre (Özgün adı: La production de l’espace, Türkçesi: Işık Ergüden), Sel Yayınları, İkinci Baskı, 2014

[2]: a.g.y, s.24-28

[3]: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/186345/N_zim_bir_tek_onu_kiskandi.html

Fotoğrafı: Le Cabanon, Le Corbusier