Esra’ya dair

Uzunca bir aradan sonra Gazete Manifesto’da tekrar düzenli olarak yazmaya başlama çabası Esra’nın kaybı ile aynı ana denk geldi. İlk yazı O’na dair oldu. O’nu hep sevgi ile hatırlayacağım. “İş” ile ilgili dosyası bir süre sonra büroda arşive kalkacak. Kitapları ise kütüphanemde diğer polisiyelerim ile birlikte hep bir arada duracak. Gazete Manifesto okurlarına da Esra’nın kitaplarını tavsiye etmek isterim.

Esra’yı kaybettik…

Yoldaşım, arkadaşım, son zamanlarda ayrıca müvekkilim Esra Türkekul geçtiğimiz hafta içerisinde aramızdan ayrıldı.

Sevgili Esra’ya dair sanırım birçok şey söylenebilir/yazılabilir. Ben yazarlığından bahsetmek istiyorum. Geride bıraktığı kitapları onu unutmamamızı sağlayacak birçok güzellikten iki tanesi.

Evet, Esra’nın iki kitabı vardı. İki polisiye romanı.

Bir söyleşisinde (Güzella Bayındır, kitapeki.com, 26.06.2016) üçüncüyü macerayı da yazacağım sonra belki farklı bir şey denerim diye düşünüyorum. Onu da pek bilmiyorum. Kesin konuşamıyorum. Üçüncü de olsun bakalım neye evirilecek durumlar ve olaylar demişti. Ama hadi artık başla şu üçüncü kitabına deyişlerimi hep bir gülümseme ile karşılardı. Belki çoktan kafasında yazmaya başlamıştı. Ya da yazmayı hiç düşünmüyordu. Bunu bilemiyorum. Ama artık amatör dedektif Berna da Esra ile birlikte gitti!

Peki, Berna ile Esra arasında bir benzerlik var mıydı? Bunu da Berna benim empati yelpazemin bir ürünü. Bir kokteyl. Birey olarak beslendiğim her şeyin toplamı içinden çıkan bir karakter diye yanıtlamıştı (Özlem Özdemir, 221B Polisiye Dergi, Mart/Nisan 2016). Ancak kendisini yakından tanıyan arkadaşları aradaki benzerlikleri (ve farklılıkları) rahatça görebiliyordu. Esasen de iç dünyalarına ilişkin…

İyi bir polisiye okuru olduğumu söyleyebilirim. Türk polisiyelerini okumaya ise öncelik veririm. Yine de okur olmak bunu söylemek için yeterli olur mu emin değilim. Ancak Esra iyi bir yazar, iyi bir polisiye yazarı idi. Evet, “Kapalıçarşı Cinayeti” ilk kitap olmanın izlerini taşıyordu. Ancak, bence çok az. İkinci kitabı olan “Cadıbostanı Cinayeti” ise sıçramalı bir şekilde usta işi bir kitap olmuştu.

221B ve kitapeki.com söyleşilerinde bu durumu zaten kendisi de ifade ediyor, ilk kitapta el yordamı ve deneme yanılmayla ilerlediğinden bahsediyor, devamında sonuçta ana karakterin ön planda olduğu, suç ve çözümleme kurgusunun daha geri planda olduğu bir kitap çıktı ortaya diyor. İkinci kitabını ise ilk kitabını bitirmenin verdiği güvenle yazdığını söyleyen Esra, uğraşırsam bunu da bitiririm diyebiliyordum diye de ekliyor. Tabi elinde artık bir karakter ve genel bir arka plan da bulunmaktadır. Kendi deneyimi aynı zamanda yazmak isteyenlere de tavsiyesi. kitapeki.com söyleşisini şöyle bitiriyor: Yazarak düşünmek insan için iyi bir uğraş. Eğer ilgisi olan varsa cesaret edip denemelerini öneriyorum.

Esra’nın romanlarında kullandığı mizahi dil okuru kitaba hemen ısındırıyor. Bunun ötesinde kitapların başarılı bir kurgusu var ki, bu polisiye için oldukça önemli bir kriter. Yine polisiyeyi zevkli kılan öğelerden olan mekân da Esra’nın romanlarında önemli yer tutuyor[*]. Ben kendi adıma mekânı şöyle kullanmayı sevmiyorum; örneğin İskandinav polisiyesinde puslu, kasvetli hava öne çıkar ve bu polisiyedeki suçun karanlığı ile bağdaştırılır. Oysa hava ile cinayet arasında bir neden-sonuç ilişkisi yok. Hava kapalı diye mi cinayet işlendi!? Bence mekân, yarattığım tiplerin soluk alıp verdiği arka plan olduğu için önemli (Gökçe Uygun, Gazete Kadıköy, 01.07.2016).

Ve tabi toplumcu yön. Ama Esra’nın romanları için bu sürpriz olmasa gerek. Gazete Kadıköy söyleşisinde bundan da bahsediyor ve Kitap polisiye, lakin alt metinlerde toplumsal durumlara göndermeler de var sorusunu evet polisiye artık sadece ‘tek boyutlu karakterlerin mantıksal bulmacası’ olmaktan çıktı. Yazarın kendini ifade mecralardan biri polisiye. Biz polisiye yazarları elbette ki suç olgusunu ön plana koyuyoruz ama kafamı kurcalayan bazı mevzuları da kitaba serpiştirdim diye yanıtlıyor. Söyleşinin devamında da konuya bir kez daha değiniyor: Polisiyenin neyi konu aldığı toplumsal altyapı ile çok ilinti. Suç edebiyatı, ülkeden ülkeye zamandan zamana o kadar değişiyor ki.  Örneğin soğuk savaş yıllarında casus romanları; askeri cunta dönemi yaşamış ülkelerde daha siyasi suç romanları vardı. Yani böyle dönemlerde, o kitapta katilin kim olduğu çok da önem taşımıyor çünkü yozlaşma tüm topluma yayılmış. Yani adalet sisteminin işlemediği bir toplumda, belki katili bulup teslim ettiğiniz kurum da o işin içinde!

Uzunca bir aradan sonra Gazete Manifesto’da tekrar düzenli olarak yazmaya başlama çabası Esra’nın kaybı ile aynı ana denk geldi. İlk yazı O’na dair oldu. O’nu hep sevgi ile hatırlayacağım. “İş” ile ilgili dosyası bir süre sonra büroda arşive kalkacak. Kitapları ise kütüphanemde diğer polisiyelerim ile birlikte hep bir arada duracak. Gazete Manifesto okurlarına da Esra’nın kitaplarını tavsiye etmek isterim. Onu tanımayanların tanışması, tanıyanlarınsa hatırlaması için güzel bir yol olacağından. Ama bunlardan öte hem Kapalıçarşı Cinayeti (Esen Kitap, 2013) hem Cadıbostanı Cinayeti (Mylos Kitap, 2016) güzel kitaplar olduğu için.

Güle güle Esra…

[*] Esra’nın her iki romanı da İstanbul’da geçiyor. İlk romanında İstanbul’u dolaşsa da cinayet Kapalıçarşı’da işleniyor. İkinci romanı ise Caddebostan merkezli.  Kitabın hemen girişinde de Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nin Caddebostan maddesi yer alıyor: Kadıköy yakasında bir mahalle. Bugün Bağdat Caddesi adını alan Bağdat yolu, Anadolu’ya veya daha uzağa giden kervanların, hacı kafilelerinin, diğer yolcu gruplarının ve orduların güzergahı idi. Yolun güneyine düşen ve bugünkü Göztepe, Erenköy, Fenerbahçe semtleri arasına rastlayan bölge büyük bir bostanla, tarla ve ağaçlarla kaplı olduğundan, 18. yy. ortalarına değin asker kaçaklarının, hırsızların ve diğer kanundışı unsurların saklandıkları, bostancı devriyelerinin ise kol gezdiği bir yerdi. Bu niteliğinden ötürü “Cadı Bostanı” diye adlandırılan bostan ve çevresinde, önce Bağdat yolunu koya bağlayan Cadıbostanı yolu (bugünkü Caddebostan Caddesi) açıldı, sonra tarlalar şahıslara bağışlandı ya da satıldı ve yavaş yavaş yerleşime açıldı; evlerin, köşklerin yapımı başlandı. 1819’da II. Mahmut’un isteğiyle Mösyö Barbie tarafından yapılan İstanbul’un ikinci haritasına semt olarak ve “Caddebostanı” adıyla” geçen yörede, II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) Bâbıâli muhafızlığı, bir ara sadaret başyaverliği yapan piyade feriki (orgeneral) Cemal Paşa, henüz paşa olmadan geniş bir arazi satın alır, livalığında (tümgenerallik) Çiftehavuzlu Köşk’ü yaptırır, bostanı kaldırır, daha sonra onun gayreti ile semt ıslah edilir. (…)

Yazarın Diğer Yazıları
Bıktırıcı tekrarlar 29 Kasım 2023
Adalet Bakanı ne dedi? 7 Kasım 2023
Makas değişimi mi? 24 Ekim 2023