Tülin Tankut yazdı: Cumhuriyet’in 100. yıl dönümünü kutlarken

Türkiye Cumhuriyeti’nin yinelenen savrulmalara karşın 100 yıl ayakta kalabilmesi laiklik sayesindedir. 100 yıl kutlamalarında sanki lanetli bir kavrammış gibi laiklikten söz etmeyen siyasetçilerin söylemlerine kulak asmamak kendilerine verilmiş en anlamlı yanıt olacaktır diye düşünüyorum.

Hamas – İsrail çatışmasında , Netanyahu güçlerinin Filistin halkına , çoluk çocuk demeden , ‘bu kadarı da olmaz’ dedirtecek türden yaptığı katliamı öfkeyle, kimi zaman da gözyaşlarıyla izliyoruz. Yaşananlar karşısında İran, S. Arabistan , Mısır’ , Malezya ve Endonezya gibi İslam ülkelerinin hiç birinden halk protestolarının dışında, devlet katından güçlü bir ses çıkmadı.

Bu suskunluğun yalnızlıkça insani duyarlılığın küntleşmesinden kaynaklanmadığı ortadadır.

Dünyanın içinde bulunduğu ekonomik krizden bütün ülkeler etkileniyor. Durumu kurtarmak için de her ülkede var olan düzeni sürdürmek amacıyla devletin tüm imkanları kullanılıyor : Dinin araçsallaştırılmasından; emperyalistlerle ilişkiyi iyi tutma politikasına, gerektiğinde güvenlik güçlerini seferber etmeye kadar çeşitli yöntemlere baş vuruluyor. Din eksenli siyasal rejimlerde bu konuda halka yöneltilen sert önlemleri zaman zaman küresel medyadan öğreniyoruz. (Seküler diktatörlükler ayrı bir konu)

İnananların dini duygularını , kendi çıkarları için kullanmanın da bir sınırı vardır. İnsan iradesinde, algı operasyonlarıyla gerçekliğin irrasyonel kavranışı barınamaz. İnsanlığın ihtiyacı , gerçekliğe rasyonel kavrayışla yaklaşılmasıdır. Onun içindir ki, çağdaş eğitim sisteminde irrasyonel fikirlerin, açıklamaların yeri yoktur. Kişiye her türden kısıtlayıcı kural ve engellemeyi içeren bir yaşam tarzını dayatan ideolojilerden, kişinin içinde yaşadığı toplumda özgürlük koşullarını oluşturması da beklenemez.

Denilebilir ki, din eksenli siyasal rejimlerde ,baskıcı yönetimler ; küresel ekonominin bilime, teknolojiye, inovasyona bağlı olduğunun fakındalar ve bu yönde bilimsel araştırmalara yatırım yapıyorlar, politikalar üretiyorlar. Sözgelimi S.Arabistan gibi , petrolün günün birinde tükeneceğini hesap eden Orta Doğu ülkelerinin yönetimleri, geleceklerini düşünerek ileri kapitalist ülkelerdeki yenilikleri yakalamaya çalışıyorlar. Ancak kâr için üretim yapan piyasa ekonomisinin destekleyicileri, toplumsal dönüşümü sağlamaktan uzaktır; üretici güçlerinin gelişimi , onların kendi çıkarlarını korumaya yaramaktadır.

S. Arabistan’ın uzaya kadın astronot göndermesi, İran’ın bilimsel ve teknolojik alanda ilerlemeye önem vermesi ;ülkede siyasi gücün tek bir odakta – kişi, aile, zümre v.b.- toplanması yüzünden özgürlükleri kısıtlar. Toplumsal eşitsizlikler derinleştikçe de muhalif güçler siyasal baskıyla susturulmaya çalışılır. Radikal dinci Hamas ve “teolojik kaos” etkisindeki Netanyahu güçlerinin , savaşın bedelini halk kitlelerine ödeterek, halkların gelecek umudunu nasıl baltaladığına tanık olduk. Dünyanın bu vahşet karşısında neden seyirci kaldığını da ; savaşa doğrudan ya da dolaylı, zemin hazırlanmasına çanak tutan Batılı emperyalistlere sormak lazım.

Küreselleşmenin zarar vermediği bir şey kaldı mı?

Batı emperyalizminin gölgesinde gelişen bilim ve teknoloji, en çok silah sanayiyine çalışıyor; insanlığın refahına, özgürlüğüne değil. Bilimi, dinin karşısına koyarken, sermayenin baskısı altında özerkliğinin zedelendiğini de atlamamak gerekir.

Küresel medya; manipülasyonlarıyla toplumdaki sınıf, din, mezhep, etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim v.b. çelişkileri bastırarak, bireylerin nesnel seçim yapma olanağını ortadan kaldırıyor.

Süreç içerisinde toplumsal ve kültürel yaşamın unsurlarından biri olan din de, din istismarcılarının eline düştü. İslam dünyasında siyasal İslamın tabanının sınıfsal taleplerini politik kavramlarla olmasa da dile getirdikleri gerçeğinin üzeri örtülüyor. Oysa vahiy dinlerde toplumcu unsurlar da bulunur.

Ülkemizdeyse, İslamın ağırlıkta olduğu bir devlet tahayyülünü hayata geçirme azminde olan bazı siyasetçiler, siyasetin dışında kalması gereken cemaat ve tarikat gibi dinsel yapıların örgütlenmelerine göz yumdular. En son hukukla ve laik eğitim sistemiyle bağdaşmayan ÇEDES ( Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” gibi muğlak tanımlı bir proje hayata geçirildi. Öğrencileri kapsayan “Manevi Danışmanlık “ hizmetinin, bundan böyle öğretmenlere de verileceği ön görülüyor. Demek ki, ‘toplum dinselleştiriliyor’iddiaları boş bir iddia değil.

Bu tür girişimlerin başta kadın haklarına vereceği zararı yinelemeye gerek yok. Din eğitiminin hangi yaşta başlaması gerektiğini uzmanlar bilir. Ancak, toplumsal cinsiyet rolleri, yaşamımızın merkezine yerleştirilmiştir, birey olarak kimliğimizi belirler. Çocukluktan itibaren kökleşmiş örf ve alışkanlarımızsa kolayına terk edilemez. Bağımsız uzmanlar , ehliyetsiz kişilerin, yuva çocuğuna, ‘başörtüsü takmazsan cehenneme gidersin’ telkiniyle başını örttürmelerine ne yanıt vereceklerdir? Çocuk yetiştirmenin sorumluluğu büyüktür. Yanlış uygulamalar, yetişkinlikte travma nedeni bile olabilmektedir.

Siyasetçilerin , Anayasa değişikliği için neden acele ettiklerine gelince: Yeni yasada, laiklik ilkesi ödünsüz korunacak mıdır? Hak ve özgürlükleri hazır bulmadık biz; tümü verilen mücadeleler sayesinde kazanıldı. Siyasetçilerden beklentimiz, yasal değişikliklerden çok var olan yasaların etkisi artırılsın yeter!

Sonuç olarak, emek mücadelesi, kadın mücadelesi, tüm hak ve özgürlük mücadeleleri ancak laik devlette verilebilir. Laikliği savunan toplumun tüm kesimleri, laiklik mücadelesinin bir parçası olmak zorundadır.

Bu yüzden geçmişe ait tali sorunları tartışmayı şimdilik bir tarafa bırakıp geleceğe bakalım: Türkiye Cumhuriyeti’nin yinelenen savrulmalara karşın 100 yıl ayakta kalabilmesi laiklik sayesindedir. 100 yıl kutlamalarında sanki lanetli bir kavrammış gibi laiklikten söz etmeyen siyasetçilerin söylemlerine kulak asmamak kendilerine verilmiş en anlamlı yanıt olacaktır diye düşünüyorum.