"Kızıl Goncalar" solmasın

Konuk yazarımız Tülin Tankut gericilerin hedef tahtasına oturttuğu Kızıl Goncalar dizisine dair görüşlerini yazdı.

“Kızıl Goncalar”dizisine RTÜK tarafından yayın yasağı getirilmesinin, nitelikli sinema filmi  ve dizi severleri özellikle de kadın izleyicileri, en hafif tabiriyle üzdüğünü söyleyebiliriz Hatırlanacağı üzere; 1990- 2000 yılları arasında dünya kadınlarının maruz kaldıkları ayrımcılık tırmanışa geçerken din, mezhep, etnisite, ulus, eğitim, hukuk, medya, iş yaşamı, aile vb… alanlarda uygulanan politikalar, “toplumsal cinsiyet” temelinde sorgulanmaya başlamıştı. Ancak sorunun neoliberalizmle ilgili olduğu gerçeği küresel güçlerce ört bas edildiğinden atılan adımlardan kadınlar lehine sonuçlar çıkmadığı gibi var olan kazanımların  korunması da giderek güçleşti , kadına yönelik şiddetse günümüzde başlı başına bir sorun haline geldi.

Pazar ekonomisinin güdümüne  girdiğimizde  gidişattan biz de payımızı aldık. Ekonomiden, hukuktan, eğitime, cinselliğe kadar damgasını vuran neoliberalizm ve onun felsefesi postmodernizmin topluma verdiği büyük zararlar halen katlanarak artmakta. Ne yazık ki toplumu huzursuz eden laik-seküler kutuplaşmasını da tam zamanında kavrayamadık. Artık neredeyse  iki ayrı toplum görüntüsü veriyoruz. Tek yaptığımız da karşı tarafın değerlerini kıyasıya eleştirmek, sanki salt bununla bir yere varılabilinirmiş gibi. “Kızıl Goncalar”larda da  kutuplaşmayı yaratan taraflara ve koşullara dikkat çekiliyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki, yapımcının “kurgu” olduğunu söylediği hikayenin senaryosu, hanidir özlemini duyduğumuz  nesnellik özelliğiyle  ilgi çekiyor.  Bilindiği gibi, neoliberlizmle birlikte sermaye sanata da el attı. Postmodernizm, sanatçıya sınırsız bir özgürlük tanıdı. Artık sanatçı ne yapsa kabul görüyordu, yeter ki piyasada tutulsun, kâr getirsin. Öte yandan postmodern anlayışın,  ‘doğru- yanlış, iyi- kötü  gibi karşıtlıklar yoktur, her ikisi bir arada olabilir’, yaklaşımı edebiyata ve sinema sanatına da damga vurmuştu. ( Bu anlayışa göre,  emek-sermaye karşıtlığı da “aşılamayacaktır!” ) Film ve dizilerde de postmodern yaklaşımın izlerine rastlıyoruz. Özellikle karakterlerde göze batan sahicilik, inandırıcılık sorunu oluyor. Karakteri inşa eden toplumsal belirleyicilerle desteklenmeden,  deyim yerindeyse amorf  kalıyor karakter,  geçmiş yılların ‘karton tip’i  baskın çıkıyor.

Yönetmen ve oyuncuların katkılarıyla “Kızıl Goncalar” bu tuzağa düşmüyor. Yapımda içeriğe uygun mekanlarda  ışık ve müzikle  farklı bir sergileme estetiği kullanılıyor; gücünü sağlam senaryosundan alan  karakter çizimi,  “tip”te kalma olasılığını bertaraf edip dönüşme potansiyeli taşıyan çelişkileriyle, kanlı canlı hikaye karakterine  dönüşüyor. Sözgelimi dizinin ikinci bölümünde, Atatürkçü, kadın –erkek eşitliği savunucusu, akıllı uslu psikiyatr Levent, bir insan hakkı ihlalini önleme girişiminde bulunurken kaş yapayım derken göz çıkarır; yanında sosyal hizmetler görevlisi ve polislerle Zeynep’i erken evlilikten kurtarmak için ev basar !  Levent, doktor eşi Beste’yle evlat edindikleri kızları Mira için de başarılı bir ebeveyn olamamışlardır. Alkol bağımlısı, tuhaf  bir kadın olan Beste’nin neoliberalizmin  yarış  hırsıyla yetiştirdiği Mira, performans kaygısıyla dejenere olmuştur. (Uyuşturucu kullanır.) Levent’in yatalak babası, fizik profesörü Suavi 28 Şubatçıdır; 2010 referandumunda “yetmez ama evet” oyu kullandığı için aşağıladığı kızı Hande’yi yaşamından çıkarmıştır. Deprem nedeniyle ailecek İstanbul’a göç eden Faniler adlı tarikat mensubu Meryem’in ve kızı Zeynep’in Suavi Hoca’yla yolları Beste’nin terk ettiği evinde kesişir.

Hoca, Zeynep’in matematikteki olağanüstü başarısını keşfedince heyecanlanır ve kıza ders vermeyi teklif eder. Kız çok sevinir, dersler başlar, ancak Suavi Hoca’nın ‘28 Şubatçı’ olduğunu öğrenince öfkelenir; çalışma tahtasında tarikat şeyhi ile Suavi Hoca arasında bir önerme kurar, “Olan hep kızlara oluyor , ne farkınız var, hepiniz aynısınız” diyerek yaşamı boyunca belki de böyle   bir başkaldırı sahnesiyle ilk kez karşılaşan Hoca’nın kendisiyle yüzleşmesini sağlar. Kızın, sistemin  muhafazakâr ve seküler erkeklerini birlikte hedef alan başkaldırısı, cinsiyet ayrımcılığıyla malûl topluma verilmiş bir yanıt niteliğindedir. Eğitimi neden önemseriz?  Çocuklarımızın geleceğini ilgilendirir de ondan. Okusunlar, meslek sahibi olsunlar, kendi ayakları üzerinde durabilsinler. Kız çocuğuysa kadınlık tanımını çevresindeki kadınları gözlemleyerek edinir. Dilimize pelesenk ettiğimiz “kadın dediğin…”, “erkek dediğin…” kalıpları, cinsiyet rollerini ifade eder.

Zeynep’in halası da okuması engellendiği için dergâhtan ayrılmış, doktor Beste’nin maddi desteğiyle İmam Hatip Lise’sinde öğretmenliğe başlamıştır. Elinden gelen ancak budur, çevresinden dışlanmış muhafazakâr, yalnız bir genç kız için de bu gerçekçi bir seçimdir.  Zeynep’in dehasını ilk keşfeden, ona gizliden kitap veren de halasıdır. Demek ki  inancı, kişinin gelişimine engel olmadığı sürece kişiye özgürlüğün yolları açık olacaktır. (1)

Bilisizlikse ayrımcılığı, kin ve nefreti besler ve salt bilgilenmeyle yenilebilir. Tarikatlar ve cemaatler hakkında yapılan spekülasyonları düşününce insan sormadan edemiyor: 1400 yıllık İslam Medeniyeti topluma layıkıyla tanıtılabilmiş olsaydı durum farklı olmaz mıydı? Söz dön dolaş yine emperyalizmin böl yönet politikasına geliyor. Sermaye sınıfıysa her daim din sömürücülüğüne ihtiyaç duymuştur. Dini örgütlenmelerin en yetkin(!) örnekleri ABD’ dedir. (Dijital medyadaki  tarikat belgeselleri dudak uçuklatıyor.) Cemaat ve tarikatlar oy deposu olarak görüldüklerinden gözden çıkarılamazlar. Sermayenin sınırsız özgürlüğünün yaşandığı neoliberal dünyada  bu yüzden tüm kurum ve kuruluşlar spekülasyonlara açıktır.

Peki, “Kızıl Goncalar” tarikatları kötülüyor mu? Kötülediğini düşünenler, dizinin devamını görmeden, bütünlüklü bir analiz yapmayıp belli bir noktaya takılıp kaldılar, kanımca. Eleştirilere hedef olan,  kız çocuklarının eğitim gördüğü Kur’an Kursu’ndaki tokat hadisesinden başlayalım. Şiddetin savunulacak bir yanı yoktur. Bu, dergah için de geçerli bir ilkedir. Nitekim öğretmenin annesi, kızının  öğrencisini tokatlamasını sert bir tepki göstererek eleştirir.)   Keza kız çocuklarının erken  yaşta evlendirilmeleri de tarikatlara özgü değildir. Gençler, lise sıralarında ailelerin ve devletin onayıyla nişanlanabildiklerine göre, fazla söze gerek  var mı ki?  Bir başka örnek :  Kâr için etik değerleri hiçe sayan yalnızca dergâhın börekçisi midir? ( Üstelik dergâhın mahkemesinde “usulünce” de cezalandırılıyor. Ya İstanbul’da ulu orta atlara yedirilen “Çin kestanesi” satışına ne demeli? İslami ilkelerle bağdaşıyor mı?)  Ya tarikat şeyhinin hastane müdürü karşısındaki “rahatlığı”, alışılmadık bir durum mu? Bilineni yinelemenin âlemi yok!

Yapımcıysa  şikayetçi kesimleri ikna etmek için  Faniler’in hayali bir tarikat  olduğunu iddia ediyor. Sözgelimi Meryem’in eşinin zina yaptıktan sonra duyduğu pişmanlıkla alışılageldik erkek davranışlarına aykırı bir biçimde  tövbe ettiği sahne hilâf-ı hakikat mi? Tüm tarikatları bağlar mı? Dizinin iddia edildiğinin aksine, “ topluma ayna tutma amacının” ötesine geçip geçmediğinin saptanması için tarafların bir araya gelerek televizyon ekranlarında tartışmaları beklenirdi. İzleyici, haklarında ‘başka bir iktidar özlemi” içinde oldukları iddiasına varasıya spekülasyon yapılan tarikatları doğal olarak merak eder. Düşün dünyamızın güvenliği için bu tür tartışmalara ihtiyaç duyduğumuzu kabul etmeliyiz. Kalıplar dışında düşünme becerisini göstermek zorundayız. Dizi yayınlanırsa gerçeklerin  ortaya çıkacağını umabiliriz.

Başta da değinildiği gibi dizinin , çoğunluğu oluşturan biz kadın izleyicileri cezbeden yanı, kadınları ilgilendiren asıl meselenin onları özgürlüğünden alıkoyan nedenleri masaya yatırmasıdır. Üstelik yapımın başarılı bir sanatsal sunumu  haliyle  izleyiciyi heyecanlandıracak,  merakını artıracaktır.

DİPNOT:

(1) Zeynep, halası ve bu yılın Master Chef şampiyonu Esra’yı buna örnek gösterebiliriz. Muhafazakâr bir aileden gelen, çoluk çocuk sahibi Esra şef, kendi deyişiyle “evinin mutfağından çıkıp yarışmaya katılmış’ ve hak ettiği ödüle kavuşmuştur. Başarısında yarışmacı arkadaşlarının yardımlarının payı olduğunu dillendiren;  soğukkanlı, saygılı, alçakgönüllü, azimli, çalışkan bir şef olarak hiç kuşkusuz genç kızlarımıza rol model olacaktır. Bu arada ekranda pek az görünmüş olsa da dergâhta işe başlayan Meryem’i , kimseye danışmadan sigortalı işçi yapan kadını da es geçmemeli. Aynı şekilde konuşmalarıyla doktor Levent’i şaşırtan şeyhin yeğeni  Cüneyd için de “araf”ta diyebiliriz.