“Tıpkı 1984!”

Tüm edebiyat eserleri için geçerli olduğu gibi, 1984 romanı da tarihsel koşullarının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ve her edebiyat metni gibi ideoloji yüklüdür. Saf bir tarafsızlığın bulunmadığı bir savaş ortamında da taraftır. Tarafı olduğu sınıfın, tarafı olduğu ideolojik-siyasal görüşlerinin bir çıktısı olarak görmek gerekir 1984’ü.

“Tıpkı 1984!”

HASRET ALESTA

Bugünü anlayabilmek için geçmişten daha doğru bir tanım ile tarihten yararlanırız, tarih bu anlamıyla sırtımızı yaslayabildiğimiz en temel bilimlerin başında geliyor. İçerisinde bulunan mevcut durumun eleştirisini veya analizini yaparken tarihten kitaplara, belgelere, yazılara referansla bir şeyler ortaya koyarız. Son yıllarda çokça popülerleşen bir söylem olarak -özellikle sosyal medyada- bugün içerisinde yaşadığımız durumları ifade etmek için bol keseden George Orwell’ın 1984 kitabına atıf geliyor. “Tıpkı bugünü anlatmış!” diyerek başlayan cümleler nedense o ‘bugün’ü dolaylı veya doğrudan yaratan kapitalist düzene eleştiriler uzanmıyor. Hatta öyledir ki, Stalin birçok yerden bu anlamıyla bağlantısız bir başlıkta bile karşınıza çıkabiliyor. Ve elbette Stalin ile birlikte SSCB, hatta sosyalizmin kendisine uzanıyor. Anti-komünist histeri, liberallerin siyasal alandaki konum alışlarının temel belirleyeni haline gelebiliyor. 1984 gibi bir kitap ise bu noktada liberaller için bir temel referans halini alıyor.

1984 ROMANI

Roman çerçevesiyle, ana karakter olan Winston Smith’in çevresinde gelişen romanda, düzene karşı türlü sorgulamalar ve mücadele içerisine girmesi konu edilir. Winston’un mücadele çabalarının, tüm düzenin topyekûn bir kontrol mekanizmasıyla birlikte sonuçsuz kaldığı, birçok şiddetli süreç ile birlikte onun da düzenin istediği bir insana dönüşümü ile sonlanır. Sonuç itibariyle “korkutucu” bir distopya örneği olarak 1984’te anlatılan düzenden çıkışsızlığına işaret edilir.

Distopyayı distopya yapan özelliklerinden birisi olarak alternatif olanın -ideal düzenin- işaret edilmemesi olarak kendini noktalar. Dolayısıyla bir distopya olarak, mevcut sistemin “yıkıcı” eleştirisini -biçimsel olarak- içerir ama ideal, alternatif bir düzen ortaya koymaz. Buna rağmen misal ana karakter Winston’un “Bir Umut Varsa, Proleterlerde” diye güncesine not düşmesi, distopik eserlerin içerisinde ütopik unsurlar taşıması açısından sayılabilecek bir noktadır.

Denetim ve baskı mekanizmaları ile sindirilmeler anlatılır. Kitle iletişim araçları ile birlikte ideolojinin yeniden üretimi işlenir. Bu aynı zamanda genel anlamda “ideoloji”ye dönük özellikle genç kuşaklardaki negatif anlamda bir şablonu -at gözlüğünü- da ifade eder. Günümüzde ideolojiye dönük bu dalkavukluğu yaratan düşünce sistematiğinin bir ürünü olarak 1984, ideolojisizliğin mümkün olmadığını söyleyerek geçmek gerekir. Her şey ideoloji değilse de, her şeyin ideolojik bir bağlam taşıdığı söylenmeli. Aynı zamanda birçok distopya örneğinde görüldüğü gibi nesnel değerlendirmeleri, toplumsal çözümlemeleri, eleştirileri somut olaylar üzerinden kurmaktan ziyade, ana karakterin “iç dünyası”ndan yolculuk edilir. Ve öyle bir iç dünyadır ki, o dakikadan sonra istediğiniz her fanteziyi oraya dahil edebilirsiniz.

“Nefret Haftaları” ve programlar üzerinden propaganda yapılır. Bellek ve toplumsal hafızanın ortadan kaldırılmasına dönük temel göndermeler bulunur. Herkes ajanlaştırılmıştır. Herkes, düşünce polisi olabilirdir. Abdülhamit’in istibdatındaki jurnal ağı ve bugünün Türkiye’sindeki sosyal medya tutuklamaları gibi her an herkes “ajanlaştırılabilir”. Sahiden de ne kadar tanıdık değil mi? Ama bu kapitalizm ile alakalı değil, ‘kötü yönetim’lerle alakalı tabi. Sosyalist bir düzende ayağın taşa mı takıldı? “Kahrolsun Stalin!”. Devrimci örgüt .-Goldstein örgütü- hayal ve yalan olduğu düşüncesini pompalaması ise tam da görevlerinden birisi olarak düşünülmeli 1984’ün. Herkes güvenilmezdir, mücadelenin kazanma ihtimali yoktur, mücadele etmeyin gibi düşünceleri salık veren günümüz liberallerine ne kadar da benziyor. Dünyadaki tüm kazanımların verilmiş değil, bedeller ödenerek verilen mücadeleler ile ortaya çıktığını bilmez gibi… Yine kitapta, yalnızca “zafer cinleri” ile herkes ayakta kalabilir. Uyuşturucunun düzenin en temel gelir kapılarından birisi, mayfatik örgütlenmelerinin temel motivasyonu değilmiş, alkolizm toplumda yaygınlaşmamış, yalnızca anti-depresanlarla ayakta kalabilen insanlar yokmuş gibi. Bir başka başlık da Çiftdüşün yöntemiyle yeni bir dil yaratılması. Bu yöntem ile birlikte aslında Celal Şengör karikatürü gibi diyalektik yöntem ile kavga edilir.

Tüm edebiyat eserleri için geçerli olduğu gibi, 1984 romanı da tarihsel koşullarının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ve her edebiyat metni gibi ideoloji yüklüdür. Saf bir tarafsızlığın bulunmadığı bir savaş ortamında da taraftır. Tarafı olduğu sınıfın, tarafı olduğu ideolojik-siyasal görüşlerinin bir çıktısı olarak görmek gerekir 1984’ü.

1984’ün bir distopya örneği olarak edebi değerini ölçeceğimiz tek parametre onun yazımı, olay örgüsü, akışı, etkileyiciliği olmadığı malum. Bu konuda da, kitabın özgünlüğü bir tartışma konusu. Zamyetin’in Biz’inden ziyadesiyle “esinlenildiği” hatta neredeyse kopyaladığı bakıldığında açıkça görülebiliyor. *

Kitabı değerlendirirken parametrelerden belki de en önemlisi, “tarafı” olduğu, angajmana girdiği ideolojik çerçevedir. Hem bir edebiyatçı olarak George Orwell’ın hem de ondan elbette bağımsız değerlendirilemeyecek olan eserlerinden en “önemlisi” olan 1984’ün “tarafına” dair birçok tartışma mevcut. 1984 temelde bürokrasi, totalitarizm eleştirisi olduğu konusunda birçok çevre ortak. Ortak diyorum çünkü tamamen herkesin aynı oranda kani olması beklenemez. Sosyal bilimin, beşeri bilimlerin bir farkı da budur zaten. Dünyanın dört bir yanından bambaşka özelliklerde fizikçi de getirseniz hepsi kütle çekim yasasında anlaşacaktır. Ama mesele doğa bilimlerinin dışına düştüğünde araçlarımız ve yöntemlerimiz de buna göre farklılık göstermektedir.

Aynı zamanda bir diğer yorum ise, totalitarizm eleştirisinden ziyade, doğrudan reel sosyalizm eleştirisi olduğudur. 1984’ün birkaç ekstrem yorum dışında bir Sovyetler Birliği, yani reel sosyalizm eleştirisi olduğu aşikar. Bunu yaparken sosyalizmi ayırarak, yanlış uygulandığına dönük algı ise ideolojik bir oyundan öte değil. Çünkü sosyalizm, ütopik sosyalistlerin ele aldığı düzeyde soyut ve tarihsel bağlamından kopuk değilse, böyle bir sosyalizm beklentisi de yanlıştır. Ekim Devrimi ile açılan süreçte sosyalizmin kuruluşu, sırasıyla ve yer yer iç içe geçecek biçimde savaş koşulları içerisinden yıkımla çıkan, yine uzun yıllar iç savaşla boğuşan, sonrasında Hitler faşizmini yirmi milyondan fazla yurttaşına mal olmasına rağmen gerçekleşen bir süreç olarak okunmak zorunda. Yani saf haldeki sosyalizm değil, kuşatma altındaki sosyalizm olarak okunmalı en başta.

GEORGE ORWELL

“Rusya ve Stalin’i eleştirebilmek entelektüel dürüstlük testidir. Edebiyatçı bir entelektüele göre gerçekten tehlikeli olan tek şey budur.” ** diyen Orwell açıkça görüşlerini ifade ediyordu. Orwell ve 1984’ün tüm kapitalist ülkelerde eğitim müfredatlarına, en çok satanlara, mutlaka okunması gereken 10 kitap listelerine birden girmesi ve yaygınlaşması tesadüf sayılamaz. Orwell kitabı yazdığında bastıracak dahi yer bulamaması ve uzunca bir süre sonra emperyalizm için çok kullanışlı hale gelmesine yol açacak bir zemini yaratmıştır. Egemenler, sosyalizm-komünizm fikrinin kendisini entelektüel ve akademik alanda “sağ”ın ve klasik egemen düşüncelerin saf hali ile alt edemeyeceği ortadaydı ve bunun için “sol”dan bir desteğe ve hatta truva atlarına ihtiyacı vardı. Hayatında Sovyetler’de bulunmamış bir yazarın Sovyetler üzerine yazdığı kitabıyla bu kadar ünlenmesi hiçbir şey değilse komiktir. Orwell, emperyalizm için her zaman çok kullanışlı bir yazar oldu. SSCB çözüldükten sonra bile anti-komünizmin en temel liberal düşünüş noktaları olan “totalitarizm” ve kabaca “demokrasi” sorunu konu olduğunda özellikle gençler tarafından 1984 hala bir referans noktası olabiliyor.

Orwell’ın düpedüz bir anti-komünist olması, bu kitaba dair yapılan değerlendirmeyi de etkileyen bir nokta. Çünkü İspanya İç Savaşı’nda savaşmış (ki hiç savaşmadığı konusunda ciddi bir tartışma var- Claude Simon’un açıklamaları-) komünist bir yazarın “içeriden” komünizm eleştirisi olarak görmek ile anti-komünist histeri ile bir karalama kitabı olarak değerlendirmesi ayrı bir şey.

Orwell’ın birçok kişiyi ihbar eden bir aşağılık olması, hatta bunların içinde Şarlo’nun bile olması yine bir göstergedir. “Büyük Birader”liğe soyunan Orwell birçok insanı “komünist” olduğu ve “güvenilmez” olduğu gerekçesi ile liste liste isimlerle dökülür. Orwell’ın açıkça komünist totaliterizme karşı amerikancılığın tarafı olduğu açık. Kitabın da ötesinde birçok beyanına bakıldığında da açıkça görülebiliyor.

Orwell’ın ve 1984’ün bu tarafı önemlidir. Çünkü kitapta kullanılan dil ve kavramlar öylesine değildir. “Yoldaş”, “Parti”, “Devrim”… Soğuk Savaş’ın kültürel alandaki dönüşümlerle birlikte doğrudan CİA eliyle nasıl yönetildiğini kolaylıkla ulaşılabilir belgelerle görebiliyoruz bugünden. *** Bu kitabın çok net olarak anti-komünist bir kitap olarak tarihte yerini aldığını söylemek gerekir.

1984, 1991, 2020

1984 hesaplaşmak istedi. Hesaplaşmak istediği, hatalarıyla, eksikleriyle reel sosyalizm 1991’de çözüldü. Artık dünyada totaliter bir devlet olan SSCB yoktu. Hitler faşizmi ile aynı kefeye koyulan “Stalinizm” yoktu. Dünya küresel bir köy haline geliyor, ulus-devletler çözülüyor, bireysel özgürlükler arttırılıyor, sınırlar ortadan kalkıyordu.

İdeolojilerin, tarihin, ütopyaların sonuna gelinmişti. Bu tezlerin çok ciddi bir kısmı bitti, gitti. 2020’nin dünyasında ise tam tersi bir tablonun çıktığını herkes görebiliyor. Sosyalizmin kazanımlarının, sosyalizm “tehdidinin” kapitalist ülkelere geri adım attırabiliyor olmasının, emperyalizmi dizginleyebiliyor olmasının artık bir önemi kalmamış durumda. Dünyada Küba gibi özgün bir örnek sayılmazsa komünizm canavarı yok. 1984’te anlatılan o “korkunç” Komünist Parti’ler örgütsel olarak hala zayıf…

Ülkemiz için durum farklı mı? Alev Alatlı, “George Orwell yaşasaydı Tayyip Erdoğan’ı ayakta alkışlardı” demişti bir zaman. Ülkemizin koca bir 1984’e dönüşmesi bir tesadüf değil. Bu düzen, adı yeniden krizlerle anılıyor ve yönetmekte zorlandığı noktalarda sopaya başvuruyor. Devletin ideolojik aygıtları ile beraber zor aygıtları sürekli olarak devrede. Özellikle ideolojik boyutları kritik. Bu kapitalist düzen, insanı örgütlerken 24 saat çalışıyor tüm mekanizması ile. Durmadan, tüm araçları ile… Bunu delebilecek olan, “umut” olan; mücadelenin kendisi, pratik hayatın dönüştürücülüğüdür. Buradan bir çıkış aranacaksa böyledir. Çıkış aramaları ise distopyaların değil, ütopyaların görevidir.

Şimdi dünyada henüz devrim tehdidi yokken, emperyalist-kapitalist düzen tüm dünyaya azgınca saldırmaya devam ederken bile anti-komünizmden geri düşmüyor. 1984’ün “Nefret Haftaları” devam ediyor. Kimi zaman bir üniversite dersliğinde, kimi zaman bir kitapçıda, bir kantinde çay masasında, twitter’da atılan bir flood içinde, okunması gereken kitaplar listesinde, besteller’larda. Komünist ‘’ütopyaya’’ karşı düzenlenen “Nefret Haftaları”nda en önemli yerlerinden birisini alıyor 1984…

Komünizm mücadelesinin, felsefe tarihinde ütopyacı cephede olması, onun bir ütopyadan çok daha öte insanlığın tarihiyle, bilimiyle, geleceğiyle olan bir mücadeleye kendisini oturtuyor olması gözden kaçmamalı. Öyle ki, klasik ütopyalarda bulunan ideal düzen tasarımlarına benzer bir tasarım ne Marks’ta ne Lenin’de ne de başkasında bulunmamaktadır. Komünizme dair ön tartışmalar olmakla birlikte, neyin nasıl olacağına dair net bir sistematik düzen hiçbir zaman ifade edilmemiştir.

İnsanlığın lineer bir çizgi üzerinde akmayan, diyalektik olarak sarmal olarak ilerleyen tarihsel sürecinde kimi sıçramaların yaşanacağı bir dönemin kapıları aralanıyor. İnsanlığın, köleci toplumlardan beri oluşan eşitlik ve özgürlük arayışı, ütopyacılığın ayırt edici yönü olarak alternatif düzen arayışı sürüyor. Bir daha aynı hataları yapmadan, bir daha yıkılmayacak bir düzen için dünyanın dört bir yanında o “hayalet” yeniden dolaşmaya başlıyor.
Bu mücadelenin bir yönü de 1984’ün hilekarlığı ve oynaklığıyla kavgadan geçiyor. Faşizm ve komünizmi, totalitarizm ile tek potada eritenler dünyada kapitalist düzene post-modern bir mistik yönelişle eleştiri ötesinde bir derdi bulunmuyor. Öyle ki, sosyalizm “tehditi” bir an için ortaya çıkacak olsa tüm çıplaklığı ile burjuvazinin kollarına nasıl koşacaklarını görmek gerekir. Bu bakış açısının dünyada geldiği yer bellidir. Ülkemizde de benzer biçimde Cumhuriyet’in tasfiyesi, totaliter Kemalist diktatörlük ile hesaplaşma gibi ideolojik argümanlarla gerçekleştirildi. İslamcılar iktidara yerleştirildi. AKP’nin bir sermaye düzenin temsilcisi olarak adım adım ülkeyi bir diktatörlüğe taşımasına yol açıldı. AKP düzenine çuval çuval ideolojik harçlarını taşıyanlar bunlardır.

Burjuvazinin maharetlerinden birisi de siyasal iktidar ve düzen siyasetindeki saldırılarını saklayabiliyor olması, asıl ‘düşman’ olarak kendisini gizleyebiliyor ve muhalif insanları onun siyasi temsilcileriyle karşı karşıya bırakabiliyor ve aradan sıyrılabiliyor olmasıdır. AKP düzeni 1984’te anlatılan dünyaya benzer evet ama bunların asıl gücünü aldıkları yer asalak patronların sınıf iktidarıdır. Bu basit gerçek gözden kaçırıldığı an, bu düzen her seferinde kendisini yenileyebiliyor.

Burjuva ideologları bırakalım ütopyaların distopyalara, totaliter rejimlere dönüştüğü uydurmasına inansınlar, bırakalım en temel görevleri olan bu düzenin sürekliliği için silahları kadar kalemlerini de kullansınlar. “Tıpkı bugün!” söylemini bir kez daha biz kullanalım bu noktada: sol liberaller tarih boyunca işçi sınıfının mücadelesinin önüne set çekmek için var oldular, düzen içi solculuğu, reformizmi ortaya koydular. Geçmişte Stalin, SSCB, komünizm karşıtlığıyla yatıp kalkanlar, bugün yine emperyalizmin çıkarlarıyla doğrudan örtüşen konumlar alıyorlar. Ortadoğu’da köküne kadar ABD’ciler, koronavirüs günlerinde utanmadan hala piyasacılar, gericiliği hala cumhuriyet-aydınlanma düşmanlıklarından yana meşrulaştırırlar, AKP bunlara ihtiyaç duymayıp ittifaklarını bozmalarına rağmen hala AKP düzeni methiye ederler.

Evet “Tıpkı bugün!” gibi diyoruz, çünkü tarih bize bunu öğretiyor. Bizim bunu söylediğimiz nokta ise belli; emperyalist-kapitalist sistem ciddi ekonomik krizler içerisinde, kendi iç çelişkileri ve gerilimleri daha fazla gün yüzüne çıkıyor, kapitalizm en genel anlamıyla insanlığa “yeni bir hikaye” anlatamıyor ve bu ideolojik krizi gün geçtikçe büyüyor.

Evet “Tıpkı bugün!”, kapitalizmin karşısında sosyalizm alternatifi kendisini en yakıcı biçimiyle daha fazla hissettiriyor ve yine olmazsa olmazı bu düzeni değiştirebilecek sınıfı ve güçlü Parti’sini tarih sahnesine davet ediyor.
Dünyada da, ülkemizde de bu tablonun sonucu bir çıkışsızlık değil, “yeni” olanın bir çıkışıyla değişebilir. “Yeni” derken, şapkadan çıkan tavşanlar değil, yaşamın “yeşil ağacı” ile birlikte ortaya çıkacak mücadeleler içerisinde şekillenecek olanı kastediyorum. Yeter ki, bu yeşil ağaca 1984’ler gölge düşürmesin, bu ağacın illa kökleri bir yere dayandırılacaksa 1516’dan devam edelim; Ütopyadan*…

Şimdi ise bugün, 1984’lere rağmen, 1917’nin öyküsünü anlatarak eşitliğin, özgürlüğün mücadelesi büyütülebilir…

*  https://www.theguardian.com/books/booksblog/2009/jun/08/george-orwell-1984-zamyatin-we

**  Michael Parenti / Sol Anti-Komünizm: En Beteri

***  https://www.theawl.com/2015/08/literary-magazines-for-socialists-funded-by-the-cia-ranked/

****  Thomas More, Ütopya