Güneşin altında yeni bir şey yok mu?

Referans noktamız tarih, hareket noktamız “olmaz” diyenlere kulak asmayan, değişime inanan ve pes etmeyen insanlardır. Zulmün karşısında direnenler bizlere, bu zulüm bitmeden tarihin de bitmeyeceğini kanıtlamışlardır mücadeleleriyle.

Güneş Doğan

“Güneşin altında yeni bir şey yok” veya daha güncel haliyle; “böyle gelmiş böyle gidecek”. Genelde yaşı büyük insanlardan sıkça duyduğumuz ve ne yaparsak yapalım bir şeylerin değişmeyeceğini öğütleyen bu bakış açısı; çok yaygın bir şekilde kullanılmakla birlikte, biz dahil birçok nesli etkisi altına almış durumda. Öyle ki ilk başta basit ve zararsız görünen bu söylem, insanların başarma potansiyeline sahip olduğu birçok değişimin önüne set çekiyor, işin kötüsü de genelde hiç kimse bu etkinin farkına bile varmıyor. İktidardaki sınıfın karşıtını bastırmak adına uydurduğu bu “durağanlık” safsatası, idare ettiği toplumların aklında işte böyle bir etki bırakıyor.

Hayatın bir kere yaşanacağını ve bu yüzden bir yere varmayacak çabalarla onu heba etmenin anlamsız olduğunu hepimiz en az bir kere duymuşuzdur. Eğer tüm bunlar yerine kendimizi düşünüp geliştirir ve çok çalışırsak zaten her şeyin bizim için güzel olacağını söyleyenleri de. Sonuç olarak hayat bizim için belirlenmiş bir yazgıdır ve toplumsal normlara çoktan karar verilmiştir. Toplumu değiştirmek artık mümkün değildir fakat en azından kendimizi kurtarma şansımız vardır. Durum buyken belli akademik bölümleri okumayı ve belli ülkelerde yaşamayı hedeflememiz gerektiği söylenir bize çünkü kurtuluşumuz ancak buralardadır.

Bu gibi söylemlerle yetişen genç nesil içinde yaşadığı topluma, hayatı paylaştığı insanlara yabancılaşır ve sorumluluk bilinci körelir. Hayata dair yönelimi de herkes adına bir şeyler yapmaktansa yalnızca kendini düşünen bir hal alır. Bu gencin büyüdüğünde en büyük meşgalesi faturaların nasıl ödeneceği, işyerinde (eğer iş bulabildiyse tabi) alacağı bir sonraki zam, ertesi gün işe giderken hangi yolu kullanacağı, bir saat çocuklarıyla oynasa kaç saat uyuyabileceği, öğle yemeğinde ne yiyeceği olursa, hangimiz ne diyebiliriz ki? Böyle durumlarda insanlar, normalde kendilerine rahatsızlık yaratması gereken şeylere alışır, bir şeylerin üzerine düşünmeyi bile bırakır. Adeta bir makinenin rutin hareketlerine döner tüm yaşamları. Kimsenin bilinç taşımadığı bu kişiler, hayatlarına dokunamadıkları diğer insanlarla oradan oraya sürüklenirler yalnızca. Yine de bahsedilen senaryodaki insanları suçlamak; başka bir alternatif görmeden büyütüldükleri, yetişkinlik hayatlarında da bir şeyler üzerine düşünebilecekleri ve kendilerini geliştirebilecekleri zamandan mahrum bırakıldıkları için adil olmayacaktır. Birçoğu “kendini kurtarma”yı da başaramayacak ve toplum kurtulmadan bireyin kurtulamayacağını ancak o zaman fark edeceklerdir. Oysaki başta bu bireyci öğütler yerine değişimi başarabileceğimizi salık veren toplumcu nasihatler ağırlıklı olsaydı çok daha farklı bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Nasıl mı?

Genele baktığımız zaman, bu nasihatleri veren ve kabul eden insanların diledikleri şey daima bu düzen içerisinde yaşamak değildir çünkü. Bu yüzden de asıl irdelenmesi gereken nokta ne dedikleri değil, neden değişime inanmadıkları olmalıdır. Bu tarz senaryolardaki insanların aslen kötü olduklarını veya kasten böyle hareket ettiklerini söyleyemeyiz. Bizce kimi zaman neyi nasıl değiştireceklerini bilmediklerinden, kimi zaman sorunu tespit edemeyecek kadar bilinçsiz bırakılmalarından, kimi zaman da birtakım yılgınlıklarından ötürü umutsuzlardır sadece. Çünkü onlara da, büyükleri tarafından aynı şeyler söylenmiştir ve onlar buna inanmışlardır. Kimse, dünyayı bulduğundan daha iyi bırakmalarını öğütlememiştir çünkü. Böyle bir ortamda yetişen kişi de kendi kafasındaki “normal” algısına uymadığından değişim için harekete geçmez. Ayrıca çevresinde karşılaşmadığı bir istek olacağından kendini yalnız hisseder ve “tek başıma ne yapabilirim ki” düşüncesiyle farkına varmadan pasifize olur. Oysaki insan ne tek başınadır, ne de değiştirme gücünden yoksundur.

İnsanlık tarihi boyunca toplumlar, değişime ve ilerlemeye inanıp onu zorlayan insanlar sayesinde günümüzdeki haline gelmiştir. Bu değişimler elbette bir günde ve kolaylıkla gerçekleşmemiştir. Her değişim gibi onların da süreçleri, arka planları, temelleri vardır ve başrolleri her daim tarihin ittirdiği görevin farkında olan kişiler olmuştur. İlerlemeyi güçleştiren, önlerinde duran yok muydu bu süreçte? Baskıcı iktidarların yanı sıra, düştüğü karamsarlıkla çevresini de umutsuzluğa sürükleyen insanlar her zaman olduğu gibi vardı tabii. Fakat her şart ve koşulda, ilerlemenin önüne geçilemeyeceğini tarih bizlere defalarca kez göstermiştir. Nasıl ki kölelik düzeninin normal görüldüğü toplumlardan, kilisenin etkisinde yozlaşmış krallıklara kadar tüm sistemlerin yıkıldığını biliyoruz; bugün hala değişimin mümkün olduğunu da öyle biliriz. İnsanlığın en ileri mevziisi Ekim Devrimi’nin arifesinde bir yoldaşıyla muhabbet ederken Lenin aynen şöyle demiştir: “‘Bugünkü Rusya’ diyorsun. Geleceğin Rusya’sını yaratabilmek için bugünkü Rusya’da devrim yapmak zorundayız, başka yolu yok. Evet, cehalet var. Evet, gericilik var. Evet, medeniyetsiz bir ülkeyiz. Önemli değil, iktidarı aldığımızda Rus yaşantısının bu acınacak yönlerini iki katı, on katı, yüz katı hızla kökünden söker atarız.” Aynen de dediği gibi olmuştur. Bu yüzden referans noktamız tarih, hareket noktamız “olmaz” diyenlere kulak asmayan, değişime inanan ve pes etmeyen insanlardır. Zulmün karşısında direnenler bizlere, bu zulüm bitmeden tarihin de bitmeyeceğini kanıtlamışlardır mücadeleleriyle. Halen kavuşamamış olduğumuz “özgürlük” için verilen mücadelelerin hepsi, olmaz deneni başarmak için, var olan düzeni alt üst etmek için birleşmiş insanlar sayesinde olmuştur ve bundan sonra da öyle olacaktır.

Okuduklarımızdan, deneyimlediklerimizden ve şahit olduklarımızdan biliyoruz ki; hızla değişen günümüz dünyasında bu değişimlerin herkesin eşit, insanca yaşayabileceği bir dünyaya doğru olmasını sağlayacak güç insanların içinde mevcut. Yeter ki pusulamızı doğru tayin edelim.