Düzenin solu, düzenin sağı

Düzenin muhalefeti olsa olsa merkezinde AKP’nin durduğu “rejimin” solu olur. Bugün “sözde cumhurbaşkanı” üzerinden koparılan fırtınanın altında, düzenin rayına oturtulması sorunu bulunmaktadır.

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, “sözde cumhurbaşkanı” tanımlaması, düzen siyasetinde yeni bir tartışma konusu oldu. AKP, “sözde” kavramından milli iradeyi yok saymayı “anlayıp” bu tartışmanın üzerinde tepinmeyi, CHP ise “sen asıl ekonomik krizi anlat” deyip minderden kaçmayı tercih etti. Ancak bu tartışma kısır bir çekişme değil; aslında tesis edilen yeni rejimin başat aktörü AKP ile onun muhalefetinin arasındaki farkları ve tersinden ortak zeminlerini de göstermektedir.

CHP, öz itibariyle şunu söylemektedir: “Cumhurbaşkanı tarafsız olur, sen doğrudan AKP’cisin. Özde cumhurbaşkanı değil sözde cumhurbaşkanı olarak o koltukta oturuyorsun.”

Bu tezin dışında, yine başkanlık rejimine bir eleştiri de, bir dizi kalem tarafından, başkanlık rejiminin ülkeyi taşımadığı, “fren ve denge” yeri olan cumhurbaşkanlığı makamının partili cumhurbaşkanlığı ile ortadan kalktığı şeklinde dile getirilmektedir. Devlette uyum, koordinasyon ve dengelemenin yeri olarak cumhurbaşkanlığı makamının partiler üstü olması ve devleti temsil etmesi gerektiğini savunuyorlar.

AKP ve bizzat Erdoğan tarafından başkanlık rejimine geçmeden önce dile getirilen devlet idaresinde “hız, uyum, istikrar” sağlanacağına dair tezler ise çoktan inandırıcılığını yitirmiş durumda. İstifa eden bakanlar, 24 saat boyunca yapılamayan açıklamalar, ittifaklara mahkumiyet gibi olgular Erdoğan’ın başkanlık rejimini savunurken dile getirdiği argümanları çürütmüş durumda.

Yani başkanlık rejimine muhalefet edenler devlette “fren, denge, uyum” derken başkanlığı savunanlar da devlette “hız, uyum, istikrar” demektedirler. Özünde her iki kanat, sermaye devletine bakarken “uyum, denge, istikrar” kavramlarında ortaklaşıyorlar.

Sosyalistler, devlet çözümlemesini, bugünkü düzen partilerinin düzen içi kapsamlarının ötesinde bir yaklaşımla ele alırlar. Komünistlere göre, devlet sınıfsal bir karakter taşır. Sınıflar üstü bir devlet anlayışını reddederler, hatta sınıflardan azade bir biçimde devlet olgusu nitelendirmesinin sınıf çelişkilerinin üzerini örten bir işleve sahip olduğunu ısrarla vurgularlar. Yine komünistler arasında devletin “görece özerk” bir konuma sahip olduğu tartışması eski bir tartışmadır. Devletin, yukarıda, bütün sınıfların üzerinde, hakem rolünde, devlet baba gibi herkesi kucaklayan bir biçimde görünmesi ile sınıfsal özü arasındaki ilişkiyi tarif etmek için bu tanım kullanılmış, devletin görece özerk görünmesinin devletin sınıfsal karakterini ve yapısını ortadan kaldırmadığını, tersine bu duruma bir yanılsama yarattığını ifade etmek için gündeme getirilmiştir. Marx’ın “sermaye sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir” minvalli sözünü indirgemecilik olarak nitelendirenler olsa da Marx’ın bu sözünün hükümete (devlet yönetimine) karşılık geldiği artık biliniyor. Bu teorik tartışmaları uzatmadan geçelim, şu an meselemiz bu değil.

Devlet, sınıflar üstü değil, ancak vermek istediği görüntü bu.

Burjuvaziyi bir sınıf olarak betimleyen en temel paradigma sermayedir. Sermaye birikim modeli/süreci ya da sermayenin yeniden üretimi, aynı zamanda devlet biçimlerini de belirliyor. “Refah devleti” modeli için sosyal demokrasi, 24 Ocak kararları için askeri cunta gibi… Ama tek ve asli belirleyen değil. Bunu aşan asli olgu ise devletin “doğrudan sınıf mücadeleleriyle ilişkili” bir kurum olması. Yani buradan bakıldığında faşizmden burjuva demokrasisine kadar devlet biçimlerindeki bütün “farklılığın” özünün ve ortak noktasının bir ve aynı şey olduğu ortaya çıkar: Sermayenin yeniden üretimi ve burjuva sınıf iktidarının sürdürülmesi için sınıf mücadelesindeki rolü…

Biz buna sermayenin diktatörlüğü diyoruz. Onun “burjuva demokratizmi” kılıfına bürünmesine aldanıp, cuntaya, faşizme ya da tek adam yönetimine karşı “burjuva demokratizmini” yıllardır liberalizm, özgürlük, demokrasi adına savunmanın altında yatan onun sınıfsal içeriğini görmemek anlamına geliyordu. Türkiye solunda bu tuzağa hep düşüldü ve sonu her zaman hüsran oldu. Milliyetçi Cephe’ye karşı Ecevit’in savunulması, 12 Eylül’e karşı Özal’ın savunulması, Tayyip’e karşı Ekmeleddin’in savunulması gibi…

Bu konunun başka bir boyutu da bugün “sözde cumhurbaşkanı” tartışmasında ortaya çıkıyor. Taraflardan birisi “milli irade” söylemi arkasına saklanarak sermayenin istibdat rejimini saklamaya çalışıyor. Diğeri ise tarafsızlığa dikkat çekip devletin bekasına işaret ederek aslında devletin partiler üstü olması gerektiğine vurgu yaparak sermaye diktatörlüğünün “çıplaklığının” üstünü örtelim diyor.

Ya da başka bir deyişle düzen muhalefeti yeniden devleti, “görece özek bir konuma” oturtalım demek istiyor.

Hatta AKP’liler bile hâlâ devleti (yeni rejimin devletini) öyle gördüklerinden, örneğin Erdoğan’a karşı yapılan her eleştiriyi devlet düşmanlığıyla özdeşleştiren bir şizofreni içindedirler.

AKP’nin ve liberallerin vesayet dedikleri olgu, aslında “görece özerklik” konumuyla doğrudan ilgili. Hem sınıfsal karakteri yok sayıp “tarafsız” bir devlet arayacaksın hem de “kuralları konmuş” bir anlayışı vesayet rejimi diye eleştireceksin!

Anayasa mahkemesinin kuruluşu, TRT’nin özerk statüye kavuşturulması, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay gibi kurumların oluşturulması, üniversitelere özerklik gibi bir çok uygulama aslında sermaye devletinde Menderes dönemindeki tek adam yönetiminin tehlikesine karşı alınmış önlemler değil miydi?

İşte AKP’nin aşındırdığı “tarafsız devlet” görüntüsü!

Şimdi Erdoğan bunları yıktı… Sermayenin çıplak diktatörlüğünü doğrudan gösteriyor. Ama gitmiyor… Bu durum, emekçilerin gözünde sadece Erdoğan’ı değil devletin kimlerin devleti olduğu sorusunu da sorduruyor da ondan… “Hız, uyum, istikrar, merkezileşme” argümanıyla gündeme getirilen ve başkanlık rejimiyle biçilen elbisenin Türkiye kapitalizminin ve sermaye devletinin üzerine oturup oturmadığı tartışılıyor. Yakışıp yakışmadığından öte, patlayan ve sökülen dikişler, sermayenin çıplaklığını sağından solundan göstermeye başladığından…

Düzenin bütün güçleri sökükleri dikmeye ya da omuzlarından aşağı oturtmaya çalışıyor. “Sözde cumhurbaşkanı” kavramı üzerinden başkanlık ve güçlendirilmiş parlamenter rejim tartışmalarının özü bundan ibaret…

Değişmeyen ise sermayenin mutlak egemenliği, devletin bir sermaye devleti olması ve sermaye sınıfının çıkarlarını temsil etmesi.

Kılıçdaroğlu’nun “sağ-sol yok” demesi bundan… Düzenin muhalefeti olsa olsa merkezinde AKP’nin durduğu “rejimin” solu olur. Bugün “sözde cumhurbaşkanı” üzerinden koparılan fırtınanın altında, düzenin rayına oturtulması sorunu bulunmaktadır.

Buna tadilat da diyebilirsiniz!